4 Haziran 2017 Pazar

Gebelikte beslenme


Gebelikte beslenme: Gebelikte beslenme, doğacak çocuğun sıhhati bakımından önemlidir. Her
şeyden önce, beslenmenin her çeşit besini yemek olmadığını bilmek gerekir.
Gebeliğin ilk üç ayında kilo alınmadığı gibi zayıflama dahi olabilir. Bundan sonraki aylarda haftada 250
gr, ayda bir kg almak uygundur. Gebeliğin son zamanlarında bu kilo alma miktarı artar. Sonuç olarak,
gebelik müddetince alınan kilonun 9-12 kg civârında olması iyidir. Daha fazla kilo almak, hem bebek
için hem de anne için zararlı olabilir. Kötü beslenme de yine aynı şekildedir. İşte bu sebepten, gebe bir
hanımın beslenmesini iyi ayarlaması gerekir.
Gebelikten önceki iyi bir beslenme, olacak çocuğun ilk güzel kazancıdır. Sıhhatli ve çocuk doğurmaya
arzulu bir annenin çocuğu da, çok sıhhatli olabilir. Gebelerde en çok demir ve folikasit yetersizliğine
bağlı kansızlık görülür. Kalsiyum metabolizmasındaki değişiklik veya bozukluk sebebi ile kalsiyum,
fosfor ve D vitamini ihtiyacı artar. Sırf gebe olmaktan dolayı gebelik süresince annenin 40.000 kalori ek
enerjiye ihtiyacı vardır.
Gebe kadın her çeşit besini yiyebilir. Fakat bunların içinde bilhassa yenmesi ve içmesi gerekenler
vardır: Süt, yumurta, et ve sebzeler en iyi besin kaynaklarıdır. Çok yemek değil; öz yemek, az yemek
güzeldir. Diğer taraftan eğer havanın, suyun ve yağın güzeli bulunabiliyorsa beslenme probleminin
büyük bir kısmı halledilmiş sayılır. Her öğünde nebati (bitkisel) yiyecekler sofrada bulunmalıdır.
Sevmek, alışkanlık meselesidir. Pırasa, enginar, ıspanak faydalı ve şifalı yiyeceklerdir. En mühimi,
sofrada çok çeşitli yemeklerden ziyâde mes’ûd aile tablosunun olmasıdır.
Döğmeden yapılan keşkek, biramayası (bira ile alakası yok) ve pirinç, B vitaminlerinin en güzel
kaynağıdır. Siyah ekmek beyaz ekmekten çok daha güzeldir. Oğlak etinin hazmı kolaydır.Kümes
hayvanlarından en iyisi tavuktur. Her türlü meyve yenmelidir. Ceviz, peynir ile berâber yenirse en güzel
kalsiyum ve fosfor kaynağıdır. Ayva, kalbten sıkıntıyı giderir, hâmile kadın yerse çocuğu güzel olur.
Elma dişlerin çürümesine mânidir. Balda şifâ ve besleyici kuvvet çoktur.
Açık çay, ıhlamur, anason, papatya, ada çayı demleyip içmekte çok fayda vardır.
Gebe bir hanımın her zaman olduğu gibi bilhassa gebeyken alkollü içkiler (bira da dâhil) kullanması
kesinlikle yasaktır. Anne kanına karışan alkol, bebeğin damarlarında da dolaşır. Her türlü zarara hazır
olan bebek organizmasında alkol, yetişkinde yaptığı zararların çok daha fazlasını yapar. Çocuğun
normal gelişmemesine, dolayısı ile sıska doğmasına, kemiklerinin zayıf olmasına (raşitizm), düşüklere,
rûhî durumun bozuk olmasına, havâle geçirmesine, hattâ ölümüne sebeb olabilir. Hamilelik boyunca
sigara içmekten de vazgeçmelidir. Sigara içen annelerin bebeklerinin normalden küçük doğduğu ve
erken doğumun (prematüre doğum) daha sık olduğu tesbit edilmiştir.
Alınacak ilâçlar meselesi hâmilelikte çok önemli bir husustur. Hâmile kadın, mecbur kalmadıkça ilâç
almaktan kaçınmalıdır. Ağrı kesici ilâç olarak yalnızca aspirini, o da, çok nâdir olmak kaydıyla
kullanabilir. Gerekli durumlarda antibiyotiklerden penisilin grubu ilâçlar en emin antibiyotiklerdir.
Bunların dışında diğer ağrı kesiciler, yatıştırıcılar, uyku verici ilâçlar, tetrasiklin ve diğer antibiyotikler,
idrar söktürücüler, hormon ihtivâ eden ilâçlar, fosforlu ilâçlar, kusma gidericiler kullanılmamalıdır.
1960’lı yıllarda Avrupa’da “hârika ilâç” olarak tanıtılan Talidomid, bulantı, kusmayı önleyici olarak
hâmileler tarafından kullanılınca, binlerce kolsuz, bacaksız bebek dünyâya geldi (Bkz. Talidomid). Bu
hâdise tıp târihine “talidomid fâciası” olarak geçmiştir. Gebeliğin ilk aylarında çocuğun alacağı X ışını
tehlikelidir. X ışını, mental geriliğe (zekâ geriliğine) ve mikrosefaliye sebeb olabilir. Eğer hekim röntgen
çekimini zarûrî görürse, çocuğun bulunduğu bölge dışına X ışını verilebir. Vitaminleri gıdâlardan almak
en iyi yoldur. Ancak besinlerle yeterli miktarın elde edilmediği tesbit edildiğinde vitamin preparatlarına
başvurulabilir. Demir ve diğer kan ile ilgili ilâçları hekim kontrolünde almalıdır.
Gebelikte, diş ve ağız bakımı önemlidir. Gebelikte gingivitisler (diş eti iltihapları) meydana
gelebildiğinden gebe diş fırçalamayı bırakır. Diğer taraftan, ilk aylarda meydana gelen kusmalar sebebi
ile ağızda asit kalabilir. Bu da dişi çürütür. İşte bunun önüne geçmek için çok yumuşak fırçaların
kullanılması gerekir. Bu iş için en ideali misvaktır. Fırçalama yerine, ağız sık sık çalkalanır ve işâret
parmağı hafif bir şekilde dişler üzerinde gezdirilir.
Gebelere ağır sporlar yasaktır. Ancak hafif jimnastik ve açık havada yürüme faydalıdır.
Seyahat mecbûrî olunca tren tercih edilmelidir. Basınç ayarlı uçaklar ile seyehat edebilir. Bilhassa 7 ve
8. aylarda yapılacak seyahat erken doğuma sebeb olabilir.
Elbiseleri rahat, yumuşak ve sıcak tutucu olmalıdır. Korse takmak yerine jimnastik yapmak tercih
edilmelidir. Fakat korsenin de gerektiği durumlar olabilir (hekimin karar verdiği korse kullanılmalıdır).
Topuksuz ayakkabı giyilmelidir.
Doğum sancısı başladığı zaman hasta dolaşmamalıdır. Doğum hastanede yapılacaksa hastane ile
önceden irtibat kurulmalıdır. Eğer evde doğum yapılacaksa; ebe ile önceden irtibâta geçilmeli, her iki
hâlde de anne ve çocuk için gerekli giyecekler çanta hâlinde hazırlanmalıdır. Evdeki doğumlarda bir
zorluk görülürse hemen hastahaneye kaldırılmalıdır. Evde doğum öncesi genel temizlik yapılıp, anne
ve çocuk için gerekli olan malzemeler ütülenerek, dezenfekte edilmelidir.

ANNE SÜTÜ


ANNE SÜTÜ;
Yeni dünyaya gelen çocuğun hayatiyetini devam
ettirebilmesi beslenmesine bağlıdır. Bebek için iyi beslenmede en önemli besin anne sütüdür.
Anne sütünü basit bir sıvı olarak görmemek lazımdır. Eğer anne sütü, yeterli mikdarda geliyorsa,
çocuğa ilk altı ay hiçbir ek gıda vermeye gerek yoktur. Anne sütü, çocuğun gelişimi için gerekli bütün
maddeleri ihtiva etmektedir.
Anne sütü yeni doğan bebeğin ve süt çocukluğu devrelerinin en ideal besinidir. 1970’lere kadar sun’i
mamalar ve inek sütü ile beslenme giderek artmışsa da, son yıllar içinde anne sütü ile beslenmenin
önemi daha iyi anlaşılmıştır.
Bu sütteki proteinlerin hazmı oldukça kolaydır. İnek sütündekilerin ise daha zordur. İnek sütünde, iyi
kaynatılmadığı takdirde allerjiye (ekzama, ishal, kansızlık) yol açan bir madde (B. lakto globülin) vardır.
Anne sütünde ise böyle bir madde yoktur. Anne sütünde laktofferin isimli bir madde, bağırsaklarda
mikropların çoğalmasını önler ve vücut için gerekli olan demirin daha kolay emilmesini sağlar. İnek
sütünde ve hazır mamalarda ise böyle bir madde yoktur.
Ayrıca anne sütünde, bebeği mikrobik hastalıklara daha dayanıklı hale getiren immünglobulinler ve
lizozim isminde bazı maddeler vardır. İnek sütünde ise bu maddeler yoktur.
Anne sütü ile beslenen bebeklerin, anne sütü ile beslenmeyen bebeklere nazaran daha az ishal
oldukları bir gerçektir. Çocuk için enerji kaynağı olan laktoz isimli madde, anne sütünde inek sütüne
oranla daha fazla miktardadır.
Anne sütündeki mineraller (kalsiyum, fosfor v.s.) yeterli ve dengeli olduğu halde, diğer sütlerde bu
denge yoktur.
Anne sütünün yağı, inek sütünden oldukça üstündür. Linoleik asit isimli madde, anne sütünde bulunur
ve bu asit bulunmadığı hallerde çocuğun büyümesi yavaşlamakta, ciltte kuruluk ve kalınlaşma
olmaktadır.
Anne sütünün yağı, kolay hazmedilmektedir. Çünkü bu hazmı kolaylaştıran lipaz isimli madde, süt
mideye inince etkili olmaktadır. Halbuki mamalarda ve diğer sütlerde bu madde bulunmamaktadır.
İlk beş günlük anne sütü “ağız” veya “ağuz” (tıp dilinde kolostrum) çok zengin bir gıdadır. Kolostrumda,
çocuk için çok önemli olan laktoferrin ve bifidium faktör veya diğer adıyla bifidus faktörü bol
bulunmaktadır.
Çocuğun emzirilmesi anne sağlığı açısından da mühimdir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, meme
kanserleri, çocuklarını emzirmeyen kadınlarda, emzirenlere oranla daha fazladır.
Çocuk dünyaya geldikten sonra, iki saat içinde anne, çocuğunu emzirmelidir. Böylece anne sütünün
gelmesi oldukça çabuklaşmaktadır. Süt çocuklarında böbrekler tam fonksiyon göstermediği için fazla
tuzun atılması ancak fazla su atılması ile olur. Fazla tuz alınması çocuklar için tehlikeli olan su kaybına
sebeb olabilir. Anne sütündeki tuz ve mineral miktarı inek sütünün üçte biri kadardır. Eğer annenin
sütü yoksa veya miktar olarak yetersizse ve bir hekim tarafından karar verilmişse (çocuğun kilo
almadığı tesbit edilerek) ancak o zaman uygun terkipte hazırlanmış mama ve inek sütü verilmelidir.
Anne sütüyle beslenenlerde, ilk aylarda pişik, grip, farenjit ve süt allerjisine, ilerleyen yaşlarda da
astıma daha az rastlanır.
Bütün bunlardan başka, çocuk ruh sağlığı için önemli olan anne-çocuk sevgi ve yakınlığı kadının
çocuğunu emzirmesi ile başlar.
Anne Sütünü Artırıcı Tıbbi Bitkiler
Anason: Anne sütünü artırıcı özellikte olup, günde 0,5-1 gr alınabilir. % 1-2' lik çayından günde 2-3
bardak içilebilir. Gaz giderici olduğu için anneye ve bebeğe iyi gelir.
Sütotu: Bir çay kaşığı kadar ufalanmış sütotunun üzerine kaynar su dökülür, on dakika kadar bekletilip
süzülür ve taze taze içilir. Tatlandırıcı olarak bal veya şeker katılabilir.
Rezen meyvesi (Raziyane): Toz halindeki rezeneden 0,5-1 gramlık haplar yapılarak günde 3 defa
yutulur. Hap yapmak için bal, leblebi unu veya meyan balı kullanılır. İnfüzyon halinde de kullanılabilir. 2
gram toz rezene kaynar suya atılır, beş dakika kadar hafif ocakta tutulur ve karıştırılır, sonra tülbentten
süzülerek çay gibi içilir. Rezene içen annenin sütü, çocuğun gazını da giderir.

Yeni Doğan Bebek



Yeni Doğan Bebek
Çocuğun hayâtındaki ilk ağlama doğar doğmaz olur. Normal, sağlıklı bir bebek, doğumdan hemen
sonra nefes alır ve ağlar. Bu, onun canlı olarak dünyâya geldiğini gösteren ilk işârettir. Doğumu tâkib
eden ilk dört haftalık döneme, yeni doğan dönemi denir. Bu sürede çocuk, dış dünyâya uyum
sağlayabilmek gâyesiyle büyük bir çaba gösterir. Yeni doğanın derisi gül pembesi renkte ve incedir,
kolayca tahriş olabilir. Yeni doğan bebeklerde genellikle doğumdan sonraki ikinci veya üçüncü
günlerde sarılık görülebilir. Buna fizyolojik sarılık ismi verilir. Bu normal olup telaşlanmamalıdır. Bu
sarılık 8- 10. günlerde kendiliğinden kaybolur. Sarılık, doğar doğmaz veya ilk 24 saat içinde ortaya
çıkarsa hemen doktora başvurmalıdır. 10 günden fazla devâm eden sarılıklarda da doktora gitmelidir.
Normal yeni doğan bir bebeğin omuzlarında, sırtında, alın ve yanaklarında kısa tüyler bulunur ve
birkaç gün içinde dökülür. Ayrıca ileride esmer tenli olacak bebeklerin bel bölgesinde, kaba etlerinde
çürüğü andıran morumtrak lekeler görülebilir. Bunlar, normal çocuklarda bulunur ve bir yaşına doğru
kaybolur.
Yeni doğan bebeğin başı vücuduna göre biraz büyükçedir. Baş kemikleri doğumda henüz tam
birleşmemiştir. Tam tepede ve alnın üstünde olmak üzere iki tâne bıngıldak bulunur. Bâzı çocuklarda
doğumda saçlar çok, bâzılarında ise azdır. Bu saçlar ilerideki saçları hakkında bilgi vermez. Çünkü
bunlar ilk 3 ay içinde dökülür ve yerine yenileri çıkar. Saçlar 9. aydan îtibâren çoğalır. Yeni doğan
çocuğun gözleri ilk günlerde kapalı ve şiştir. Gözlerin bu dönemdeki rengi sonradan değişir ve kalıcı
rengi 9-10. aylarda ortaya çıkar. Kız ve erkek çocuklarında anne hormonlarının etkisi altında
memedeki süt bezlerinin şişmesine sık rastlanır. Böyle şişmeler için hemen telâşlanmamalı, memeler
katiyen oğuşturulmamalı, sıkılmamalı ve temiz tutularak mikroplardan korunmalıdır. Bir yaşına geldiği
halde hâlâ yumurtalıkları (hayaları) yerine inmeyen erkek çocukları mutlaka doktora götürülmelidir.
Aksi takdirde ileride kısırlığa yol açabilir.

Yeni Doğan Bebekte Hastalıklar


Yeni Doğan Bebekte Hastalıklar
a) Hastalık işâretleri: Bebek ne kadar küçükse hastalığa yakalanması da o kadar kolaydır.
Anne-babanın buradaki görevi çocuğundaki hastalığı başında fark edebilmektir. Ayrıca belirtilerin
hangisinin önemli, hangisinin önemsiz olduğunu da, anne-baba ayırabilmelidir. Yeni doğanda
rastlanan hastalık belirtileri özet olarak şunlardır: Sık nefes alma, solunum güçlüğü, nefes tutma,
morarma, ağızdan köpük gelmesi, karında aşırı gerginlik, doğumdan sonraki ilk 48 saatte dışkı
yapmaması, aşırı kusma, havâle geçirmesi, vücut harâretinin çok yüksek veya düşük olması, bir
bacağın ötekinden daha kısa görünmesi.
b) Bebeğin rahatsızlıkları: İlk ortaya çıkacak olaylar doğumdaki zorlanmaya ve mâruz kalınan güce
karşı meydana gelmiş olan durumlardır. Bunların en önemlileri kemiklerdeki kırıklar, boyunda duruş
bozukluğu, sinir felçleri ve kafa içi kanamaları olarak söylenebilir.
Doğuştan iskelet sistemi hastalıkları da bebeklerde üzerine eğilinmesi gereken rahatsızlıklardır.Çünkü
erken dönemde tedâvi edilmemesi hâlinde bâriz sakatlıklar meydana getiren durumlardır. Bunlardan
en önemlisi ve en sık rastlanılanı doğumdan olan kalça çıkığıdır. Doğumdan kalça çıkığı yeni doğan
dönemindeyken mutlaka teşhis konulması gereken hastalıklardandır. 1000 bebekten birinde bu
rahatsızlık görülür. Hastalık kalça eklemindeki oyuğa bacak kemiği başının tam girmemesi sonucu
meydana gelir. Doğuştan kalça çıkığı tam veya kısmî olup hastalığın sebebi kesin olarak bilinmez.
Kalça çıkığı olan bir çocuğun çıkık taraftaki bacağı kısadır. Ayak dışa dönüktür. İki taraftaki bacak deri
kıvrımlarının hizâsı farklıdır. Çocuk yürüyorsa, topallama vardır. Kalça çıkığı teşhisi konulan yeni
doğan bebeklere atel uygulanır ve bacaklar 90 derecelik pozisyonda tesbit edilir. Genellikle 6 aydan
uzun sürede iyileşme sağlanır.
c) Kan uyuşmazlığına bağlı sarılıklar: İki tip olan kan uyuşmazlıklarından bebek için esas tehlikeli
olan “Rh uyuşmazlığı”dır. Anne-baba arasında Rh uyuşmazlığı olması durumunda ilk doğan çocuk
normal olabilir. Sonrakiler ise anne karnında ölebilir; doğduktan sonra ilerleyici sarılık ve kansızlık
ortaya çıkabilir. Sarılığın sebebi çocuğun parçalanan alyuvarlarından ortaya çıkan ve beyni için çok
zararlı olabilen “bilirübin” maddesidir. Aralarında Rh uyuşmazlığı varsa, yâni annenin kan grubu Rh(-),
babanınki Rh(+) ise gebelik müddetince doktor tarafından annenin sık sık kontrolü yapılmalı ve doğum
mutlakâ bir hastânede olmalıdır. Anne Rh(-) ve doğan bebek de Rh(+) ise ilk 72 saat içinde anneye
“Rhogam” adıyla bilinen ilâç yapılmalıdır. Böylece ikinci çocuktaki sarılık tehlikesi ortadan kalkacaktır.
Yeni doğan sarılıkların tehlikesi kanda yükselen bilirübinin beyinde belli odaklarda toplanmasıdır.
“Kernikterus” denilen bu durum çocukta çeşitli bozukluklara sebeb olur ve tedâvisi olmayan (geriye
dönemeyen) bir haldir. Bu durum başlıca zekâ geriliği, oturamama, yürüyememe, konuşma ve duyu
kusurları ile kendini gösterir.
Kan uyuşmazlığına bağlı sarılığın tedâvisi: Doğumdan sonraki ilk 24-36 saat içinde sararmaya
başlayan her çocuk hemen hekime gösterilmelidir. Kandaki bilirübin seviyesi belli bir yüksekliğe varırsa
âcilen çocuğun kanı değiştirilir. Kanda bilirübin seviyesi fazla yüksek değilse “fototerapi” denilen ışıkla
tedâvi metodu uygulanır.
d) Kusma: Bütün çocukluk yaşlarında sık görülen bir belirti olup, yeni doğan döneminde de değişik
sebeplere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Basit kusmalar; su ve kilo kaybına yol açmayan az miktarda
gıdâ artığının dışarı çıkarılmasıdır. Bu durum pek önemli değildir. Beslenme hatalarına bağlı kusmalar;
sütün fazla verilmesi, biberon emzik deliğinin fazla geniş olması, emerken hava yutması, çok sık
beslenen çocukta kusmaya sebeb olabilir. Bu besleme hatâlarının düzeltilmesiyle kusma durur. Hazım
kanalına âit doğuştan hatâlara (bozukluklara) bağlı kusmalar; yemek borusunun doğuştan dar olması,
yemek borusunun kısa olması, yemek borusu ile nefes borusu arasında doğuştan irtibatlı kanal olması,
barsaklara âit darlıklar, tıkanmalar, barsak boğulmaları, mîdenin on iki parmak barsağına açıldığı
kısımda darlık. Bunların tamâmı kusma sebebi olup, bebek için çok tehlikelidir. Hemen âcil teşhis ve
tedâvi gerektiren bu durumlar tedâvi edilmezlerse hayatla bağdaşmazlar. Mîdenin on iki parmak
barsağına açılan kısmındaki darlık (pilor darlığı) hâlindeki kusmalar bebek üç haftalık olunca başlar.
Kusmalar fışkırma tarzındadır ve bebek kilo alamaz olur. Tedâvisi ameliyattır. Ayrıca kusmukta safra
varsa barsakta bir darlık vardır.
Mikrobik hastalıklarda da kusmalar ortaya çıkar. Nezleden orta kulak iltihâbına ve menenjite kadar
bulaşıcı hastalıklarda kusma ortaya çıkabilir. Kusma her zaman tehlikeyi haber veren bir belirti olarak
ele alınmalıdır. Kusmuğun çocuğun ciğerlerine kaçmasını önlemek de çok mühimdir. Çünkü bu olay
başlı başına bir zâtürre sebebidir.
e) İshal: Yeni doğan ve süt çocukluğu dönemlerinde sık rastlanan bir hastalıktır. Ciddiye alınmaz ve
zamânında tedâvi edilmezse çocuğun su kaybına ve ölümüne yol açabilir. Yeni doğan çocuklarda;
beslenme hatâları, dengesiz ve fazla beslenme, sindirim sistemine giren mikroplar, çocukta doğuştan
sindirim kusurları ve enzim eksiklikleri ishale sebeb olabilir. Gaita çok sulu ve sıktır. Rengi sarı veya
yeşil olabilir. Berâberinde mama almama, kusma, karında gerginlik gibi belirtiler de bulunur. Burada
vücuttan su ve tuz kaybedilmesi en önemli olaydır. İshal olan çocuğa sulu yiyecek-içecekler bol
verilmeli ve böylece su kaybından zarar görmesi önlenmelidir.
f) Kabızlık: Yeni doğan bir bebekte doğumdan sonraki ilk 36 saat içinde “mekonyum” adını verdiğimiz
ilk dışkı çıkmaz ise; barsakta darlık, tıkanma, pankreasın doğum ile ilgili bozukluğu gibi durumlar
düşünülmeli, hemen bir hekime başvurulmalıdır.
g) Çocukta havâle: Sinir sisteminin hastalığı veya fonksiyon bozukluğu sonucu iskelet adalelerinin
kasılması ve titremesiyle kendini gösteren tabloya “havâle” adı verilir. Çocuk hastalıkları arasında en
âcil ve en korkutucu olanıdır. Yüzde, el ve ayaklarda irâde dışı titreme ve hareketlerde havâle
geçirenlerde görülür.
Yeni doğan bebekte en sık havâle yapan sebepler şunlardır: Doğumda bebeğin mâruz kaldığı yük
(travma), kan şekeri, kalsiyum ve magnezyum seviyelerinin normalden sapmış olması, ateş yüksekliği,
sinir sistemi hastalıkları. Bu sebeplerden dolayı ortaya çıkmış bir havâlede sebebe dönük tedâvi
yapılmalıdır. Ateştense, ateşi fazla yükseltmemeye çalışmalıdır. Kandaki çeşitli maddelerin seviyeleri
kontrol edilerek anormal olanlar varsa, sebeplerine yönelik tedâviye gidilmelidir.
h) Bulaşıcı çocuk hastalıkları ve korunma çâreleri: Gözle görülmeyen canlı yapıların
(mikroorganizmaların) yaptığı ve çeşitli yollarla çocuklara bulaşabilen hastalıklar, çocuk hastalıkları
içinde sayı ve önemce büyük yer tutar.
Nezle, grip, bronşit, zâtürre, anjin, kızamık, kabakulak, boğmaca ve benzeri bir kısım hastalıklar
sağlam çocuklara, hastalıklı çocukların ağızlarından öksürük, aksırık, konuşma esnâsında çıkan tükrük
damlacıkları ile geçer. Çiçek, suçiçeği, bulaşıcı deri hastalıkları temas ile çok kolay yayılırlar. Bunlar
hastaların kullandığı havlu, çamaşır, bardak gibi eşyâlarla da bulaşabilirler. Çocukları bâzı
hastalıklardan korumak için, belirli zamanlarda aşı yaptırmalıdır. (Bkz. Aşı)
Barsakların mikrobik hastalıkları ve bir kısım besin zehirlenmeleri idrar ve dışkılar vâsıtasıyla yayılır.
Bunlar kirli elle yapılan, hazırlanan yemeklerle sağlam şahıslara geçebilir. Sinekler de, üzeri açık
yiyeceklere konarak mikrop bulaştırabilirler.

ZEKÂ


ZEKÂ;
Alm. Intelligenz, Klugheit (f), Fr. Intelligence, İng. Intelligence. En geniş mânâsıyle bir genel zihin
gücü. Psikolog Terman’a göre, zekâ “mücerret (soyut) düşünme yeteneği”dir. Davis, zekâyı, “edinilen
bilgilerden faydalanarak meseleleri halletme kâbiliyeti” olarak açıklar. Stern ise, “yeni karşılaşılan
hallerin gereklerini, düşünme yeteneğinden faydalanarak karşılayabilme, yeni hayat şartlarına
uyabilme gücü” olarak görür. Bergson’un klâsik târifine göre zekâ, “evvelce elde edilmiş tecrübe ve
bilgilerden istifâde ederek bugünkü hayat meselelerini çözmek ve hayat şartlarına uymak kâbiliyeti”dir.
Hinsie ise zekâyı, üç ana gruba ayırarak târif etmektedir. Bu müellife göre, abstre (mücerret, soyut)
fikir ve sembolleri anlama ve kullanma kâbiliyeti teorik zekâyı; muhtelif makina ve âletleri anlama,
çalıştırma ve keşfetme kâbiliyeti mekanik zekâyı, insânî münâsebet ve ictimâî hâdiselerle ilgili
durumlarda akıllı ve mantıkî bir şekilde hareket etmek kâbiliyeti ise sosyal zekâyı teşkil etmektedir.
Zekâ, akılla karıştırılmamalıdır. Zekâ, bir meleke, bir alışkanlıktır. Bu kuvvet yardımı ile insan, bilinen
şeylerden bilinmeyenleri çıkarır. Delilleri toplayarak aranılan şeyleri bulur. Zekâ, sebep ile netice
arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamaktır. Akıl anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı
bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. İsviçreli Clapare de zekâyı,
“yeni icap ve vaziyetlere, zihnin en iyi şekilde uyması”dır diye anlatmıştır. Yâni muhite uymayı
sağlayan bir kuvvettir. Tek hücreli hayvanlar, muhitin yalnız tesir etmesi ile hal değiştirerek bu tepkiye
uyar. Daha ileri olan eklembacaklılarda, tepkilere sevkitabiî (içgüdü)ler de katılır. Kemikli hayvanlarda,
bu iki kuvvete alışkanlık da karışır. En yüksek hayvanlarda ve insanlarda ise, muhite uymak için yeni
bir faaliyet, bir davranış ortaya çıkar ki, bu da zekâdır.
Bergson diyor ki: “Her asrın geri kalmış kısımları, tabiate uymak, hayvanlar ve kendileri arasında
münâsebet kurmak için âletler yapmıştır. Bu aletler, zekâ ile yapılmıştır.” Alet yapmak, teknikte
yükselmek akla değil, zekâya alâmettir. Zekâ, içgüdüden yukarı, akıldan aşağı, bir şuur basamağıdır.
Aklın tatbikçisi gibi olan zekâ, akıldan önce teşekkül etmektedir. Akıllı kişiler, teorik yollar ve kâideler
ortaya koyar. Zeki kimse, bunların pratiğe tatbikini sağlar. Zekâ düşünebilme kuvvetidir. Fakat,
düşüncelerin doğru olması için, akıl lâzımdır. Zeki insan düşüncelerinin doğru olabilmesi için bir takım
prensiplere muhtaçtır. Bu prensipleri idâre eden akıldır.
Her zeki kimseyi akıllı sanmak doğru değildir. Zeki bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllı
kimselerden öğrendiği usûlleri, yeni harp vaziyetlerine uydurarak, kıtaları fethedebilir. Fakat aklı az ise,
bir hatâ ile, başarıları felâkete döner. Meselâ Napolyon’un zekâ saçan askerî plânları, zaferleri ve
akılsız hareketlerinin sonu olan felâketleri meydandadır. Üçüncü Selim Han zamânında, Napolyon’un,
Suriye’de, İslâm askerleri karşısında bozguna uğrayarak nasıl kaçtığı târihlerde yazılıdır. Bir arslanın
zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, on bin kat daha çok korkunç
olurdu.
Zekâ, yeni doğmuş bir çocukta potansiyel olarak vardır, zamanla olgunlaşır. Fikrî gelişimin en hızlı
olduğu zaman onuncu yaşa kadar olan dönemdir. Zekânın gelişmesi, beynin ve sinir sisteminin
olgunlaşmasına dayanır.
Normal olarak, zekâ, doğuştan îtibâren şahsın olgunluğa erdiği 15-25 yaşlara kadar devamlı olarak
artmaktadır. Fizikî ve bedenî büyüme ve gelişmede de olduğu gibi, zekâdaki gelişmenin ilk beş
senesinde çok süratli olmasına mukâbil, 10-16 yaşlarda gitgide yavaşlamakta ve 15-20 yaşından
sonra tamâmiyle durmaktadır. 20 yaşına kadar gelişen zekâ, ondan sonra 7-8 senelik bir duraklamayı
tâkiben hızla zayıflamakta ve düşmektedir.
Zekânın ölçülmesi: Zekâ birtakım testler aracılığıyla ölçülebilir. Bu gâyeyle birçok test geliştirilmiştir.
Târihte bilinen ilk zekâ testi Osmanlı Devletinde uygulanmıştır. O zaman saraya bağlı olan Enderun
adlı mektebe, Müslüman ve gayri müslim çocukları bir çeşit zekâ testiyle seçilerek alınırlardı. Enderun,
idâreci ve devlet adamı yetiştirirdi (Bkz. Enderun). Batıda kullanılan ilk zekâ testini bir Fransız
psikologu olan Alfred Binet ve Dr. Theodor Simon yapmıştır. “Binet-Simon Testi” adı altında 1905
yılında yayınlanan bu test, Paris ilkokullarında başarısız kalan öğrenciler arasında zekâca geri
olanlarla zekâca normal olup, olumsuz çevre faktörlerinden dolayı başarısız kalanları ayırt etmek
gâyesiyle meydana getirilmiştir.
Zekâ testleri muhtelif yaşlardaki çocukların normal olarak (yâni % 50’sinin) yapabilecekleri işlerden,
çözebilecekleri problemlerden ve cevaplandırabilecekleri sorulardan meydana getirilmiştir. Bu tipik
sorular, problemler ve işler, etraflı incelemelerden sonra tespit edilmiştir.
Binet-Simon Testi son yıllarda revizyondan geçirilerek Stanford-Binet Testleri adı altında hâlen
çocuklarda geniş ölçüde kullanılmaktadır. 8 yaşındaki bir çocuğa kendi yaşından iki yıl öncesine âit
olandan başlanarak testler uygulanır. Çocuk bunları bildiği gibi, 8 yaşına âit problemleri de çözebilir,
daha ileri yaşlara âit olanları yapamazsa normal zekâlı sayılırlar. Böyle bir çocuğun doğum yaşı gibi
zekâ yaşı da sekizdir. Şâyet 8 yaşındaki bir çocuk kendi doğum yaşının problemlerini çözemeyip,
ancak 7 yaş seviyesine kadar olan problemleri halledebiliyorsa zekâ yaşı 7 olarak kabul edilir.
Dokuzuncu yaşa kadar olan problemleri çözüyorsa, 9 zekâ yaşında sayılır. Buna göre çocuğun zekâ
yaşı, doğum yaşından üstün veya düşük oluşuna göre zekâsının üstün veya düşük olduğu anlaşılır.
Zekâ yaşının doğum yaşına bölünmesiyle zekâ derecesi tespit edilir. Kesirden kurtarılması için 100 ile
çarpılarak elde edilen rakama “zekâ bölümü” (IQ) adı verilir.
İnsanları zekâ derecelerine göre düşükten yükseğe doğru sıralarsak, normal dağılma eğrisi (çan eğrisi)
elde edilir.
Zekâ bölümlerinin (IQ) mânâları şunlardır:
IQ 0- 25 arası “ağır gerilik” (idio)
IQ 26-50 arası “orta gerilik” (embesil)
IQ 51-75 arası “hafif gerilik” (debil)
IQ 76-90 arası “sınır zekâlılar”
IQ 91-110 arası “normal zekâ”
IQ 111-125 arası “ileri zekâ”
IQ 126-140 arası “üstün zekâ”
IQ 140-155 arası “çok üstün zekâ”
IQ 156-ve üzeri “dehâ”
Üstün zekâlılık: 1000 rastgele çocuk alınırsa, ancak 10 tânesinin bölümü 140 ve biraz üzerinde olur.
160 ve 160’ın üzerinde olanların oranı ise binde birden bile azdır. Bir bakıma yeryüzündeki tekniğin
bulucuları ve taşıyıcıları bu zekâlardır. Üstün zekâlı çocuklar üzerinde yapılan geniş araştırmalar,
bunların özellikleri hakkında bize şu bilgileri vermektedir: Her şeyden önce, bu çocuklar vücut sağlığı
bakımından normalden üstün bulunmaktadırlar. Öyle ki, doğdukları zamanki boy ve ağırlık ölçüleri
normalin üstündedir. Bebeklik devresinde daha az hastalık geçirmekte ve öteki bebeklerden daha
fazla uyumaktadırlar. Bu çocuklar erken diş çıkarmakta, erken yürümekte ve erken konuşmaktadırlar.
Okulda çabuk ilerleme göstermekte ve teorik konulara daha fazla ilgi duymaktadırlar. Genel olarak el
mahâretini gerektiren konulara, beden eğitimi ve resim derslerine fazla ilgi göstermemektedirler. Vakit
geçirmek için yaptıkları faaliyetlerde okuma büyük yer almaktadır. Oyun oynarken kendilerinden büyük
arkadaşları tercih etmektedirler. Ergenlik çağına akranlarından daha erken girmektedirler.
Şurası da muhakkaktır ki, sâdece üstün zekâya sâhip olmak her şey demek değildir. Çok zeki oldukları
halde hayatlarını cezâevlerinde geçiren kimseler de çoktur (Bkz. Psikopati). Zekânın üstünde akıl
dediğimiz kuvvet vardır ve zekânın iyi yönde kullanılması önemlidir. Dînî ve ahlâkî terbiye, çevre
şartları ve hayat tecrübeleri zeki doğmuş olmanın yanısıra büyük ehemmiyet taşır. Öte yandan, okulda
ve okul sonrası yaşayışta elde edilen başarılar tabiî ki, alınan eğitimle de ilgilidir. Eğitim ancak mevcut
olan bir kâbiliyeti geliştirir.
Üstün zekâlı çocuklar yalnız kendileri, âileleri veya memleketleri için değil, bir bakıma bütün dünyâ için
önem taşımaktadırlar. Çünkü, özellikle ilim dallarında onları bekleyen çözülmemiş problemlerin
cevapları; yapılacak keşifler, bulunacak ilâçlar bütün insanlığın malı olacaktır.

VİTAMİNLER


VİTAMİNLER;
vücuttaki biyolojik olayların normal olmasına, insan ve hayvanın dengeli gelişmesine sebep olan uzvî
(organik) maddeler. Vitaminler vücûdun yapı taşı ve enerji verici olmamakla birlikte sağlıklı bir hayat
için mutlaka besinler vâsıtasıyle dışardan alınmalıdır.
Vitamin kelimesi, sıhhata sebep olan amin mânâsında olup, ilk defâ 1911 senesinde C. Funk adlı bir
kimyâcı tarafından kullanıldı. Vitamin isminin kullanılmasından asırlar önce, protein, karbonhidrat, lipid,
mâdenler ve su dışında henüz belirlenmemiş bâzı kimyâsal maddelerin de normal beslenme için
gerekli olduğu bilinmekteydi. Meselâ, aylarca denizlerde gezen gemiciler limon ve sebze
yemediklerinden skorbüt hastalığına yakalanmışlar ve bunun tedâvisinin de limon yemekle mümkün
olduğu anlaşılmıştır. Çünkü limonda C vitamini bulunmaktadır. Diğer taraftan, yalnız kabuğu soyulmuş
pirinçle beslenen insanlarda beriberi hastalığının meydana geldiği ve bu hastalığın pirinç kabuğu ile
tedâvi edildiği bilinmekteydi. Vitamin eksikliğinin sebep olduğu hastalıklara “Avitaminoz” veya
“Hipovitaminoz” denir.
Bugün ülkemizde, belirli vitamin eksikliklerine seyrek rastlanmaktadır. Böyle eksiklikler görülen
kimselerde ya alkolizm gibi çok kötü alışkanlıklar veya sindirim bozukluğu bulunmaktadır. Teknoloji
bakımından ileri ülkelerde meydana gelen egoizm (bencillik) ve metaryalizm (maddecilik) hastalığı
yaşlanan kimselerin tek başına yaşamasına sebep olmaktadır. Böyle yaşlı kimseler de, tek yönlü hazır
yemeklerle beslendiklerinden, vitamin eksikliği görülmektedir. Ayrıca bol miktarda bira ve şarap
tüketen bu ülkelerin insanlarında vitamin eksikliğinin olması çok tabiîdir. Çünkü, alkol ince barsaktaki
emilimi bozmaktadır. Bu da birçok bakımdan vitamin alamama olayıdır. Bugünkü tıp kat’i olarak
alkolün, B2 B6 ve B12 vitaminlerinin alınmasına mâni olduğunu ortaya koymuştur. Bunların eksikliğinin
nelere sebep olduğu B2, B6, B12 vitaminleri kısmında geniş olarak anlatılmaktadır.
Ayrıca büyük şehirlerdeki yerleşim bozukluğu, insanların güneş ışını almasına mâni olduğundan D
vitamini eksikliği ortaya çıkmaktadır. Afrika ve Güney Asya insanlarında hâlen şaşılacak derecede
vitamin eksikliği bulunmaktadır.
Bütün vitaminler ya oldukları gibi veya provitamin (vitaminin önmaddesi) şeklinde bitkiler tarafından
sentez (basit maddelerden meydana getirme) edilirler. Provitaminler, vücutta vitamin hâline
dönüştürülür. Bu dönüşme ya vücûdun kendi gücüyle veyâhut dış bir kuvvet vâsıtasıyla olur. Vücut
kendine lâzım olan enzim ve hormonları kendisi yaptığı halde vitamini yapamaz. Onun içindir ki
vitaminlerin mutlaka dışardan alınması gerekiyor. İncelemeler, metabolizmanın kontrolünde,
minerallerle birlikte vitaminlerin, hormon ve enzimlerin birbirlerine bağlı olarak çalıştıklarını
göstermektedir. Vitamin etki bakımından hormonlara benzemektedir. Vitaminler az miktarda bütün
hücrelerde depolanmaktadır. Bâzıları ise önemli miktarda karaciğerde birikir. Bugün, yaklaşık 20
değişik iyi karekterize edilmiş vitamin bilinmektedir. Fakat bunlardan 14’ünün kat’i olarak gerekliliği
ispatlanmıştır. Her vitaminin ara metabolizmada kendine has bir fonksiyonu vardır ki, bu başka bir
şeyle karşılanamaz. Ayrıca bâzı vitaminler etkilerinde birbirlerine bağlıdır. Vitaminlerin yapıları
aydınlatılmadan önce vitaminleri A, B, C, K gibi büyük harflerle adlandırma alışkanlığı vardı. Bugün de
böyle devam etmektedir.
Vitaminler genel olarak et, sebze, meyve ve tahıllardan temin edilir. Sürekli olarak vitamin alınması
gerekir. Her şeyi yiyebilen bir insan için vitaminsizlik mesele değildir. Bugün birçok vitaminler sun’î
olarak, hayvan ve bitkilerden elde edilmektedir. Eczânelerde ilâç olarak satılmaktadır. Vitaminler, suda
ve yağda çözünen vitaminler şeklinde tasnif edilmektedir. A, D, E ve K vitaminleri yağda, C ve B
vitaminleri suda çözünürler. Vitaminler başlıca üç şekilde analiz edilmektedir: Kimyevî veya
fizikokimyevî, biyolojik ve mikrobiyolojik.
Vitaminlerin keşfinden sonra bunları âdetâ her derde devâ gibi aşırı kullanma meselesi ortaya
çıkmıştır. Esâsında vitaminin ilme uygun olarak kullanılması gerekir. Fakat ilim, vitamin konusunu
hâlen araştırmaktadır. Son zamanlarda, vitaminler araştırmacı tıp adamlarının dikkatini çekmeye
başlamış ve eksiklik veya fazlalıkların sebep olduğu olayların dışında, kişilerin günlük aldıkları
vitaminlerin değişik miktarlarıyla uzun süredeki sağlık durumları ve sağlık bozuklukları arasındaki
münâsebet yeniden büyük bir incelikle araştırılmaya başlanmıştır.

A Vitamini (Retinol)


A Vitamini (Retinol): Eski doktorlar gece körlüğünü sığır ciğeriyle tedâvi ederlerdi. Sonra bu hastalık
tereyağı, morina balığı karaciğeri yedirilerek tedâvi edildi. 1915’te, ABD’de, sâdece kazein, nişasta ve
şekerle beslenen sıçanlardaki gelişme bozukluğunun, morina karaciğerinden elde edilen bir maddeyle
giderildiği keşfedildi ve bu maddeye A vitamini denildi. Bu maddeye A vitamini denmesinin sebebi
daha önce keşfedilen B vitamininden ayırmak içindi. Bundan sonra, 1920’de, bitkilerde bulunan boyalı
madde korotenin A vitamininin başlangıç maddesi olduğu bulundu. Hayvansal besinlerde bulunan
etkin A vitamini akseroftol veya retinoldür. A1 vitamini de denir. Kapalı formülü C20 H29 OH dır. Erime
noktası 62-64°C olan renksiz kristal bir maddedir. Molekülün bir sikloheksen p-iyonon halkası vardır.
Bu halkaya ucunda (-OH) grubu bulunduran 11 karbonlu bir grup bağlanmış olup bir atlamalı 4 tâne
çifte bağ vardır. Yağda çözünür suda çözünmez. Yiyeceklerde A vitamini yağlarla esterleşmiş halde
bulunabilir. Uzun süre ışıkta kalırsa harap olur. Pişirmekle pek harap olmaz. A vitamininin içinde
bulunduğu yağ, bozunur veya ekşirse vitamin de harap olur.
Az ışıkta görebilmek için retinol (A vitamini) gereklidir. Bu vitaminin eksikliği sebebiyle retinada, bir
boyalı madde olan rodopsin meydana gelemez. Rodopsin alacakaranlıkta görme olayına sebep olan
maddedir.
Eksikliği: A vitamini eksikliğinin erken ve önemli belirtisi gece körlüğüdür. Yine bu vitaminin
eksikliğinde epitel hücrelerinin gelişmesi ve farklılaşması bozulur. Deri kepeklenir ve kurur. El, derinin
üzerinde gezdirilirse kuru ve pürtüklü bir deri hissedilir. Benzer bozukluklar mukozada da görülür.
Bunun sonucu olarak da, mukozada enfekte (iltihâbî) durum ortaya çıkar. Yine aynı durum sindirim
kanalı mukozasında da görülür ki bunun sonucu emilim bozukluğu ve ishaller görülür. A vitaminine
bağlı ishaller A vitamini verilmesiyle 48 saatte düzelir. A vitamini eksikliği böbrek taşı meydana
gelmesine sebep olur. A vitamini eksikliği uzun sürerse kornea bozulabilir, yumuşayabilir ve üzerine de
iltihaplanma eklenirse kornea delinir ve körlük meydana gelir. A vitamini eksikliği kemiklerde
rezorpsiyonu azaltır ve kalınlaşmaya sebep olur. Bu kalınlaşma sonucu bâzı sinirler sıkıştırılmış olur.
Fazlalığı: A vitamininin ön maddesini ihtivâ eden besinleri çok fazla olan kimselerin derisinde sarılık
olur. Göz akında sarılık olmaz. Çünkü vücut bu gıdalarda bulunan karoten’in yeteri kadarını A
vitaminine çevirir. Geri kalan kısım da hipokarotene, bu da sarılığa sebep olur (Karaciğerle ilgili
sarılıktan farklı sarılık). A vitamininin fazlası zehirleyicidir. Zehirlenme, baş ağrısı, beyin omurilik
sıvısının artışı ve şuur bulanması şeklinde kendini gösterir. Daha kronik zehirlenmelerde iştahsızlık,
bulantı, bâzan kusmalar, baş ağrısı, görme bozuklukları, saçlarda kalınlaşma ve seyrelme, deride kuru
bir kaşıntı görülür. Karaciğer büyür. Bu durum vitaminlere aşırı düşkün olanlarda ve deri hastalıkları
sebebiyle aşırı A vitamini alanlarda görülür. Vitamin alınması kesildiğinde iyileşme başlar.
Biyokimyâsal mekanizması: A vitamininin gözdeki biyokimyâsal mekanizması bilindiği halde vücûdun
diğer yerlerindeki biyokimyevî mekanizması bilinmemektedir. Ancak bâzı ihtimaller mevcuttur.
Günlük ihtiyaç ve tedâvide kullanılması: A vitamini ihtiyacı yaşa, kadın ve erkek oluşa göre farklıdır.
Süt veren kadınların saf olarak ihtiyaç duyduğu A vitamini 1200 mikrogram/gün kadardır. 7 yaşından
îtibâren günlük A vitamini ihtiyacı 400-700 mikrogramdır. Anne gerekli şekilde besleniyorsa süt
çocuğuna dışardan ilâve A vitamini vermeye gerek yoktur. Normal pişirmeyle A vitamini ve bu
vitaminin meydana geldiği karoten pek harap olmaz. Kızartmalarda ikisi de tamâmen bozunur.
Güneşte kurutulan yiyeceklerde A vitamini harap olur. Gece körlüğü için üç gün arka arkaya 30 mg
(100.000 ünite) verilir. Ağızdan ve enjeksiyon hâlinde verilebilir. Üç gün sonra doz 9 mg düşürülür ve
belirtiler yok oluncaya kadar devam eder. Yanıklarda ve deri hastalıklarında kullanılır. Son zamanlarda
ağızdan alınan sentetik bir retinoik asit türeviyle ağır ve tedâviye dirençli psoriasislerde çok iyi sonuç
alındığı bildirilmektedir.
Kan serumunda A vitamini miktarı düşük olan kimselerin daha sık kansere yakalandığı ve bu vitaminin
kişiyi kansere karşı dirençli kıldığı bazı ciddî yayınlarda belirtilmiştir. Sindirim bozukluğu ve yalnız
pirinç, buğday, beyaz mısır gibi nişastalı besinlerle beslenen kimselerde A vitamini eksikliği
görülmektedir. A vitamini karaciğerde depo edilir ve buradan vücûda dağıtılır. Uygun besinler alan
kimsenin karaciğerindeki A vitamini deposu o kimseye aylarca yeter.
Gıdâlarda A vitamini: Bir insanın günlük A vitamini ihtiyacı 1 yumurta, bir litre süt, 25 gr tereyağı ve
100 gr tâze domatesten sağlanabilir. Hayvanlar yeşil ot yiyerek ihtiyaçlarını temin ederler. Aşağıdaki
gıdâların her birinin yüz gramındaki A vitamini, retinole eşdeğer olarak mikro gram cinsinden
verilmiştir. Balık ve balık yağlarında 45-27.000, tereyağında 800, yumurtada 100, sütte 40, yağlı
peynirde 300, sığır-koyun etinde 0,4, dana veya koyun karaciğerinde 5000-10.000, havuçta 2000,
yapraklı sebzelerde 600-700, domateste 100, tâze kayısıda 250, muzda 30, sarı patateste 600, sarı
şeftâlide 200 mikrogram retinol’e eşdeğer A vitamini bulunmaktadır. Normal patates, koyun, sığır yağı,
tahıllar, beyaz etli balıklar, bitkisel yağlar ve şeker A vitamini ihtivâ etmez.

D Vitamini


D Vitamini: Yüz yıllarca önce rahitis (raşitizm) denen kemik hastalığı balık yağı ile tedâvi edilirdi.
Raşitizm hastalığının, D vitamini eksikliği sebebiyle meydana geldiği 1918 yılında Mellanby adlı bir
hekim tarafından tetkikler sonunda bulundu. 1922 yılında D vitamini keşfedildi. Son 20 yıl içinde
yapılan çalışmalar, D vitamininin vücuttaki etkileri ve hareket tarzlarını büyük ölçüde aydınlattı.
Özellikleri: Özellikleri birbirine benzeyen D2, D3, D4, D5, D6, D7, şeklinde adlandırılan altı D vitamini
elde edilmiştir. D2 vitamini (ergokalsiferol) bitki menşeyli olup, en çok mantar ve mayalarda bulunur.
Ergosterol’un morötesi ışınlara mâruz kalmasıyla meydana gelir. Bu arada zehirli maddeler de
meydana gelebilir. D2 vitamini tedâvide D3 gibi etkilidir. Ancak tabiatte pek bulunmaz. D3 vitamini
(kolekalsiferol) hayvânî yağlarda çok bulunan 7-dehidrokolesterol’un morötesi ışınlara mâruz kalması
ile meydana gelen bir tabiî vitamindir. Tabiattaki besinlerin çok azında D vitamini vardır. Vücutta D
Vitaminini aktif hâle geçiren güneştir. Çünkü dışardan alınan 7-dehidrokolesterol aynı zamanda vücut
tarafından da yapılmaktadır. Îmâl edilen bu madde deri yüzeyine gelir ve bu yüzey güneşe mâruz
kalınca D vitamini meydana gelir. Araştırmacılar, yanakların yeteri kadar güneş ışığına mâruz kalması
sonucunda vücut için lâzım olan D vitamini meydana geldiğini belirtmektedirler. Sıcak bölgelerdeki
insanların esmer veya siyah olması D vitamininin yeterinden fazla meydana gelmesine mâni olur.
Fazla D vitamini zehirlenmelere yol açar. Hayvanlarda, sentez edilen D vitamininin ön maddesi tüysüz
derilere gider. Meselâ tavukların bacaklarının çıplak kısmında D vitamini meydana gelir. Sentetik D
vitaminleri de morötesi ışınlar kullanılarak laboratuvarlarda elde edilmektedir.
D vitamini eksikliği ve fazlalığı: D vitamini eksikliğinden ilk etkilenen sistem kemiklerdir. Kemiğin
teşekkülü için lâzım olan kalsiyumun, kemiğin teşekkül ettiği noktaya oturabilmesi için D vitamini
gereklidir. D vitamininin buradaki etkisi dolaylıdır. Yine D vitamini eksikliğinin sonucu kanda kalsiyum
ve fosfor miktarı azalır. D vitamini eksikliği çocuklarda raşitizm (rahitis) hastalığına sebep olur.
Erişkinlerde osteoporoz denilen (kemik yumuşaması) hastalık da D vitamini eksikliğindendir.
D vitamini fazlalığı önemli zararlara sebep olur. Ne kadar fazlasının zararlı olduğunu söylemek zordur.
Uzun süre günde 150 mikrogram D vitamini alınırsa zehir etkisi yapabilir. D vitamini fazlalığında kanda
kalsiyum fazlalığı olur ve zararlı etkiler buna bağlı olarak gelişir. İlk belirtiler kusma, sık idrar yapma,
bulantı ve iştahsızlıktır. Şuur bozulabilir. Kemiklere, böbreklere, damarlara, kalbe ve akciğere kalsiyum
oturması ve bu oturmalar öldürücü olabilir.
Sindirimi: İnce barsaktan yağ ile birlikte alınır. Yağ sindirimi bozulunca D vitamini alınması da bozulur.
Emilen D vitamini karaciğere gelir ve ilk değişme burada olur. Karaciğer de, D vitamininin 25.
karbonuna bir hidroksil kökü eklenir ve bu vitamin, 25-hidroksi kolekalsiferal hâlini alır. Bu madde
alfa-2-globülün’e yüklenerek kana geçer. Sonra böbrekte özel bir enzim vâsıtasıyla D vitamininin
hakiki aktif şekli meydana gelir ki bu 1,25-dihidroksi D vitaminidir. Bu D vitamini D3 vitamininden en az
10 defâ daha aktiftir. Bu 1,25-dihidroksi şeklindeki D vitamini hormon gibi davranarak, diğer bâzı
maddelerle birlikte kalsiyum ve fosfor metabolizmasını ayarlar. 1,25- dihidroksikolekalsiferolün üç ana
etkisi vardır: 1) İnce barsaktan kalsiyum sindirimini sağlar. 2) Kalsiyumun kemiklerden kana geçmesini
sağlar. 3) İnce barsakta fosforun emilimini sağlar.
Günlük ihtiyaç ve tedâvide kullanılması: D vitaminin günlük ihtiyacı kişinin güneş ışığına mâruz
kalışıyla alâkalıdır. Bol güneş alan bir kimse dışardan D vitamini almadan da idâre edebilir. Güneşe
mâruz kalmayan çocukların 10, büyüklerin ise 2,5 mikrogram D vitaminine ihtiyaçları vardır. Ancak
raşitizm hastalığına yakalanmış çocukların günde 25-125 mikrogram D vitamini alması gerekir.
Hastalık belirtileri yok oluncaya kadar devam edilir. Fakat bu arada D vitamininin zehir etkisi gözden
uzak tutulmamalıdır. 300.000 ünite D vitamini kalçadan veya ağızdan bir defâda verilmesi pek tavsiye
edilmez. D vitaminiyle tedâvide kalsiyumun da alınması gereklidir. Böbrekleri hasta olan raşitizm
hastalarına bol kalsiyumla 3-5 mg (120.000-200.000 ünite) D vitamini verilir. Osteoporoz tedâvisindeki
dozlar raşitizminkinin aynıdır. Eğer sindirim (emilim) bozukluğu varsa yine D vitamini vermek gerekir.
Ilıman ülke olan memleketimizde bilhassa büyük şehirlerde yaşayan çocuklarda ilk dört yaş bitinceye
kadar kış aylarında günde 10 mikrogram (400 ünite) D vitamini vermek faydalıdır. Sara ilâçları alan
çocukların sürekli D vitamini alması gereklidir.
Bâzı yiyecek maddelerinin 100 gramında bulunan D vitamininin mikrogram cinsinden miktarı şöyledir:
Morina balığı karaciğerinin yağında 210, konserve balıklarda 7 ilâ 10, yumurtada 1,5, tereyağında
0,75, yaz sütünde 0,03, karaciğerde 0,25, ette 0,001 mikrogram. Tabiattaki besinlerin çok azı D
vitamini ihtivâ eder. Sâdece bitki besinleriyle beslenen kimseler dışardan D vitamini almamış olurlar.
Çünkü tahıl, meyve ve sebzelerde D vitamini yoktur. Otlakta otlanan, yâni güneş gören hayvanların
ürünlerinde D vitamini daha çoktur.

E Vitamini (Tokoferol)


E Vitamini (Tokoferol): Kazein, mısır, nişasta, domuz yağı, tereyağı ve maya ile beslenen fârelerin
beslenme bakımından iyi olmalarına rağmen, üremedikleri tetkikler sonunda anlaşılmıştır (1923).
Meselâ erkekleri kısırlaştılar. Dişileriyse yavrularını düşürdüler. Yukardaki beslenmeye bitkiden elde
edilen yağ ilâve edilince fârelerde görülen bozukluğun düzeldiği görüldü. Bu bozukluğun sebebinin E
vitamini eksikliği olduğu tespit edildi ve o yıl E vitamini keşfedildi, sentezi yapıldı ve yapısı aydınlatıldı.
Özellikleri: E vitamini yağda çözünen vitaminlerdendir. Bu yüzden hücre zarında bol miktarda bulunur.
E vitamininin etkilerini gösteren 8 tokoferol ve tokotrienol vardır. ∝ tokoferol diğer tokoferoller içinde en
etkili olanıdır. μ -tokoferol ve daha çok kullanılan μ- tokoferol asetat hafif sarı, kokusuz, yağımsı berrak
ve oldukça yapışkan maddelerdir. Tabiatte bulunan dekstro şekli fizyolojik olarak en etkili izomeridir.
Sun’î rasemik μ- tokoferol (DL- μ - tokoferol) ve esteri, tekâbül eden dekstro izomerinin % 70-75
etkisine sâhiptir. ß ve g tokoferoller, μ izomerinin yarısı kadar, d izomeriyse ancak % biri kadar etkilidir.
Tokoferoller billuri şekilde elde edilemedi. Oksijensiz ortamda 200°C’ye kadar dayanır. Organik
asitlerden 100°C’ye kadar müteessir olmazlar. Alkaliler etki eder. Oksidasyonla biyolojik etkisini hızla
kaybeder. Acılaşmış yağda E vitamini bulunmaz. Işık ve bilhassa ultraviyole (morötesi) ışınlara karşı
dayanıksızdır. Onun için E vitamini ihtivâ eden gıdâlar güneşe mâruz bırakılmamalıdır. E vitaminininin
bâzı oksidasyon ürünleri K vitamini etkisi gösterir. Kızartmalarda E vitamininin % 50-90’ı kayıp olur.
Sun’î olarak ağartılmış unlarda E vitaminin bir kısmı harap olmaktadır. E vitamini antioksidan
olduğundan yağlara katılarak yağın dayanıklılığı artırılır.
E vitamini eksikliği: E vitamini eksikliği her hayvanda başka etki göstermektedir. Tavşan ve
maymunların erkeklerinde kısırlık, hindilerde kanama, maymunlarda hemolitik anemiye vs. sebep
olmaktadır. Tabiatta ve besinlerde oldukça bol olan E vitamini eksikliği insanlarda çok az görülür.
Erken doğan bebeklerde E vitamini eksikliğine bağlı olarak hemolitik anemi görülür. Sindirim
esnâsında yağ alınamadığı zaman E vitamini eksikliği görülür ki, bu da kandaki eritrositlerin ömrünün
kısalmasına yol açar. E vitamini eksik olan kimselerin eritrositleri bâzı oksidan maddelere karşı
dayanıksızdır. İnsanda E vitamini eksikliğinin zararının ne olduğu tam anlaşılmamıştır.
E vitamini fazlalığı: E vitamininin fazlalığının zararlı olduğuna dâir bir keşif yoktur.
E vitamininin tedâvide kullanılışı: Erken doğan bebeklerdeki hemolitik anemiyi düzeltmek en yaygın
kullanım alanıdır. Orak hücreli anemide E vitamininin oraklaşma oranını azalttığı ve hastalığın
prognozunu önemli ölçüde düzelttiği gösterilmiştir. Kistik pankreas fibrozu olan çocuklara E vitamini
vermek faydalıdır. Yeni doğanın solunum sıkıntısını gidermekte kullanılır. Akdeniz tipi
glikoz-6-fosfatdehidrogenaz eksikliği memleketimizde çok sık görülmektedir. Bu hastalara günde 800
(IU) E vitamini verildiğinde üç ay içinde hemolizin azaldığı ve eritrositlerin yaşama müddetinin uzadığı
kat’i olarak gösterilmiştir. Bir yıllık tedâvi ise bu hastaların kansızlıklarını önemli ölçüde gidermiş ve
krizleri hafif atlatmasını sağlamıştır. Bâzı kaynaklar, E vitamininin vücuttaki serbest köklerin
birikmesine mâni olduğunu ve böylece yaşlanmayı geciktirdiğini iddia ediyor. Fakat demir ve C vitamini
ise bu serbest kökleri meydana getirerek iltihaplanma ile mücâdeleyi kolaylaştırıyorlar.
Eğer E vitamini yaşlanmayı yavaşlatıyorsa antioksidan olan selenyum, bakır ve B2 vitamininin de bu işi
yapması gerekir. E vitamini şeker hastalığındaki dejeneratif değişiklikleri önlemek, devamlı düşükleri
tedâvi etmek, sporcuları kuvvetlendirmek, erkek kısırlığını düzeltmek, prostat büyümelerini kontrol
altında tutmak için, katarakt meydana gelmesini önlemek, bâzı deri hastalıklarını tedâvi etmek için
kullanılmıştır. Fakat bu kullanımın mantıklı bir açıklaması da yoktur.
E vitamini kaynakları: En önemli kaynak tohum yağları (nebâtî) yağlardır. Ekmek ne kadar esmer ise
o kadar çok E vitamini ihtivâ eder. Et ve meyvede çok az vardır. Normal yeme ile günde 5-10 mg E
vitamini alınır. Amerika’da tavsiye edilen miktar 15 mg/gün olduğu halde Kanada’da 9 mg/gün’dür.
Bâzı besinlerin 100 gramında μ- tokoferol miktarı şöyledir: Tereyağda 1,6, margarinde 10,2, sıvı
yağlarda 50, tavukta 1,6, yumurtada 10,7, koyun ve sığır etinde 1,7, fasulyede 9, tahılda 45 ve
sebzelerde 90 mg’dır.

K Vitamini


K Vitamini: Danimarkalı araştırmacı Dam, 1934 yılında civcivleri yağsız gıdâlarla beslediği zaman
onlarda C vitaminine bağlı olmayan bir kanama istidadı gördü. Değişik besinlerle beslenince kanama
istidadının düzeldiğini gördü. Bu bozukluğu düzelten aktif maddeye K vitamini (Koagulasyon=
Pıhtılaşma Vitamini) adını verdi. Bu araştırmacı 1939 yılında bu maddeyi saf olarak da elde etti.
Özellikleri: Tabiî kaynaklarda K1 ve K2 olmak üzere iki çeşit K vitamini vardır. K vitamininin ikisi de bir
naftokinondur. K1 vitamini bitkilerde bulunur ve filokinon ve filomenadion şeklinde adlandırılır. K1
vitamininin kimyâda adı, 2-metil-3-fitil-1,4-naftokinondur. Yeşil yapraklarda bulunur. Erime noktası
yaklaşık -20°C olan sarı yağımsı bir maddedir. K2 vitamini ise kokuşmuş balık unlarından elde edilmiş
olup bir grup menakinonlar ve bakteriler tarafından üretilir. 53,5-54,5°C’de eriyen sarı kristalimsi bir
maddedir. Kimyâda 2-metil-3-difarnizel-1,4-naftakinon şeklinde adlandırılır ki bu K2 (30) olarak bilinir.
Karbon sayısına bağlı olarak K2 (35) ve K2 (45) vitaminleri de vardır.
K vitaminleri organik çözücülerin çoğunda ve yağda çözünür. Fakat suda çözünmez. K vitamini ısıya
dayanıklıdır. Pişirme sırasında kısmen parçalanır. Işığa çok hassastır. K2 vitamininin etkisi K1
vitamininin 2/3’si kadardır. K3 vitamini ise K1'den birkaç defâ daha etkilidir. K vitamininin tesiri
naftokinon halkasından ileri gelir.
K vitamini eksikliği: Sağlam bir insanda bu vitamin eksikliği pek görülmez. Çünkü alınan gıdâların
pekçoğunda K vitamini olduğu gibi ayrıca barsaktaki bakteriler de K vitamini üretirler. Yeni doğan
çocukların barsakları ve beslendikleri anne sütü siteril (mikropsuz) olduğundan bebeklerde K vitamini
eksikliği gelişebilir. Anne sütü K vitamini ihtivâ etmediği halde inek sütünde boldur. Bebeklerin
barsaklarında bakteriler meydana geldikçe K vitamini eksikliği düzelir. K vitamini eksikliği kanamaya
sebep olur. Geniş spektrumlu antibiyotik alanlarda, barsak florası bozulduğundan, K vitamini eksikliği
olur. Karaciğer yetersizliği olanlarda, safra yolları tıkanmış olanlarda, K vitamini yetersizliği olduğundan
takviye olarak bu vitaminin de verilmesi iyi olur.
K vitamini fazlalığı: K vitamini fazlalığı sonucu aşırı bir kan pıhtılaşması ve tromboza eğilimi meydana
geldiği tespit edilmemiştir. K vitamini fazla olarak şırınga edilirse bulantı ve bâzan da kusma görülür.
Fazlalığının karaciğerin vazifelerini bozma ihtimali vardır. Emniyetli olması bakımından, özel haller
dışında, erişkinlerin günde 10 mg’dan fazla K vitamini kullanmaması iyi olur.
Sindirimi ve tedâvide kullanılması: K vitamini yağda eriyen bir vitamin olduğundan emilmesi için
safra ve pankreas özsuyuna ihtiyaç vardır. Yağ sindirimi bozulduğunda K vitamini sindirimi(emilimi)
bozulur. K vitamini kana şilomikronlarla girer ve karaciğere gelir. Burada bâzı pıhtılaşmaya sebep olan
maddelerin yapımını sağlar. K vitamini karaciğerde pek depolanmaz. Günlük ihtiyacın ne kadar olduğu
kat’î belli değildir. Karaciğeri sağlam kimselerde, K vitamini eksikliğine bağlı, protrombin (pıhtılaştırma
faktörünün bir cinsi) zamânın uzaması 1 mg K vitamini vermekle düzelir. Kanın pıhtılaşma gücünü
azaltan ve çok antibiyotik alanlarda kanama görülebilir ve bu durumda K vitamini vermek gerekir.
Travmalı doğumlarda ve kanama belirtileri gösteren bebeklere K vitamini verilmektedir. Safra yolları
tıkanmaları, kronik pankreatit ve pankreas tümörü sebebiyle ameliyat olacaklara üç dört gün süreyle
günde 10-20 mg K1 vitamini verilir.
K vitamini kaynakları: K1 vitamini yeşil sebze ve tahıllardan sağlanır. K2 vitamini ise kalın barsakta
ürer. Bâzı besinlerin 100 gramındaki K vitamini; inek sütünde 3, peynirde 35, tereyağında 35,
yumurtada 10, karaciğerde 90, sığır etinde 15, buğdayda 15, ekmekte 4, sebzelerde 15-600, şeftalide
8, kahvede 38 mg bulunmaktadır. Pirinçte, mısır ve ayçiçeği yağında, çilekte, çayda yoktur.

B1 Vitamini (Tiamin)


B1 Vitamini (Tiamin): İlk keşfedilen B vitaminidir. 1926 yılında saf olarak elde edildi. 1890 yılında
Hollandalı hekim Eijkman, yıkanmış beyazlatılmış pirinçle tavukları beslediğinde, tavukların
bacaklarında felçler, başlarında kasılmalar gördü. Sonra bu tavukları tesâdüfî olarak kabuklu pirinçle
beslemek zorunda kaldı ve bu hastalıkların yok olduğunu hayretle gördü. Uzak Doğudaki beriberi
hastalığının sebebini kabuğu soyulmuş pirinçlerin çok yenmesine bağladı. Pirincin kabuğunda beriberi
hastalığını tedâvi eden maddenin olduğunu söyledi. Bundan sonra, bu madde elde edilmeye çalışıldı.
1936 yılında sun’î olarak elde edildi.
Özellikleri: Suda kolay çözünür. Isıya pek dayanıklı değildir. Asidik ortamda 120°C’ye kadar
dayanabilir. Işık ve havadan pek az etkilenir. Pastalara ve hamur işlerine sodyum bikarbonat
(kabartmatozu) konursa bu vitamin büyük ölçüde harap olur. Etler tabiî olarak pişirilirken B1 vitamini
pek bozulmaz. Besinlerin kurutulması ve depolanması esnâsında pek az kayba uğrar. Unların
ağartılmasında yaklaşık % 20 nispetinde kayba uğrar. Renksiz kristalsi bir maddedir. 221°C’de erir.
Hafif tuzlu bir tadı ve kendine has ceviz kokusu vardır. Hekzasiyanoferrat gibi uygun yükseltgenler
etkisiyle mavi fluorassanslı sarı bir pigment tiokroma’a yükseltgenir.
B1 vitamini eksikliği: B1 vitamini eksikliği, genellikle başka vitamin eksiklikleri ve kalori yetersizliğiyle
birlikte görülür. Eskiden olduğu gibi günümüzde B1 vitamini eksikliği yalnız başına görülmemektedir.
Özel beslenmeyle insanda B1 vitamini eksikliği meydana getirildiğinde iştahsızlık ve gerginlik
(anksiete) hâline benzeyen psişik hastalıklar meydana çıkıyor. Ancak bu durumun tiamin (B1)
eksikliğine bağlı olduğu kesin ispatlanmamıştır. Tiamin eksikliği, gıdâ olarak az B1 vitamini alınmasına,
mîde-barsak kanalındaki sindirim bozukluğuna ve B1 vitaminine fazla ihtiyaç duyulmasına bağlı olarak
ortaya çıkar. Hafif tiamin eksikliği daha çok kilo alma kaygısıyla beslenme şeklini bozan kadınlarda ve
çok fakir olanlarda görülebilir. Bu durumda kişide iştahsızlık, kuvvetsizlik, öğleden sonra artan
yorgunluk, rûhî gerginlik, sıkıntı ve kabızlık gibi bozukluklar görülür. Fazla B1 vitamini eksikliği beriberi
hastalığına sebep olur. Bu da, yalnız beyaz ekmek ve iyice soyulmuş pirinç yiyenlerde görülür.
Günümüzde böyle bir durum yok sayılır.
Dört çeşit beriberi vardır: 1) Bebek beriberisi, 2) Yaş beriberi, 3) Kuru beriberi, 4) Alkolik beriberi.
Bugün dünyâda ilk üç beriberiye pek rastlanmaz. Ancak sık olarak alkolik beriberiye rastlanmaktadır.
Bir kimse sürekli bir hafta şarap-rakı vs. içse bu hastalığa yakalanabilir.
Sindirimi ve vücuttaki davranışı: Barsak kanalından kolayca sindirilir. Kalın barsakta dahi emilebilir.
Vücutta 3-4 günlük B1 vitamini deposu vardır. Aşırı miktarda verilirse, vücut ihtiyacının fazlasını idrar
vâsıtasıyla dışarı atar. Tiamin (B1) organizmada pirofosfat asidiyle esterleşmiş olarak bulunur. Bu
durumda kokarboksilazdır. Bu koenzim bir mol spesifik protein ve 1 atom Mg ile birleşerek aktif
enzimin kendisine veya holo-enzime dönüşür. Bu hâli de karbonhidrat (şeker) metabolizmasını ayarlar.
Glikoz yıkımı laktat ve pirüvat seviyesinde duraklar. Kanda, beyinde, çevre sinirlerinde ve diğer
dokularda laktat ve pirüvat birikimi olur. Dokuların ve beynin oksijen tüketimini azaltır. Ayrıca tiamin
sitrik asit sirküsünde (çemberinde) de rol oynar.
Tedâvide kullanılması: Beriberi tedâvisinde Wernicke ensefalopatisinde hayat kurtarıcıdır. Şarap ve
rakı içme sonucu meydana gelen B1 vitamini eksikliğini gidermek için alkolden vazgeçilip uygun
gıdâlarla beslenmek gerekir. Bu gıdâlara ek olarak 5 mg B1 vitamini ayrıca diğer vitaminleri de ihtivâ
eden haptan günde iki defâ vermek uygundur. Beriberi hastalığında 20 mg B1 vitamini verilir. Alkolik
beriberi tedâvisi için ilk işin alkollü içki alımını yasaklamak ve sonra da B1 vitamini vermek gerekir.
Ameliyattan sonra ve ağızdan beslenemeyen kimselere ayrıca B1 vitamini de vermek gerekir.
B1 vitamini kaynakları ve günlük ihtiyaç: Beslenmede şeker miktarı ne kadar fazla ise günlük B1
vitamini ihtiyacı da o kadar fazladır. Alkol içmek de bu ihtiyacı önemli ölçüde artırır. Dünyâ Sağlık
Teşkilâtı, günlük beslenmenin 1000 kalorisi için, 0,4 mg tiamini (B1) yeterli görmektedir. Genellikle,
toplam olarak günde 1 mg tiamin alınması yeterlidir. B1 vitamini bütün hayvan ve bitkilerde bulunur. En
bol bulunduğu yer bitki tohumlarıdır. Yine yeşil sebzelerde, et, yumurta ve sütte bol miktarda bulunur.
Tereyağı ve bitkilerden elde edilen yağlarda bulunmaz. Rafine şekerde, beyazlatılmış buğday ve mısır
unları ve bunlarla yapılmış makarnada hemen hemen hiç bulunmaz. B1 vitamini suda çözündüğü için
gıdâların pişirilmesi esnâsında suya geçer. Bu su dökülürse gıdâdaki B1 vitamininin büyük miktarı
kaybedilmiş olur. Bâzı gıdâların 100 gramındaki B1 vitamini; işlenmemiş buğdayda 0,4, 70 randımanlı
beyaz ekmekte 0,05-0,07 kepekte 2-4, evde hazırlanmış çiğ pirinçte 0,08-0,15, parlatılmış pirinçlerde
0,02-0,4, baklagillerde 0,4, tâze sebze ve meyvelerde 0,02-0,2, koyun etinde 0,16-0,20, sığır etinde
0,08-0,30, balık etinde 0,01-0,1, yumurtada 0,9, inek sütünde 0,04, kuru bira mayasında 6-24 ve malt
hülâsasında 2-3 mg bulunmaktadır.

B2 Vitamini (Riboflavin-Laktaflavin)


B2 Vitamini (Riboflavin-Laktaflavin): Bu vitamini, Kuhn ve arkadaşları 1933 yılında sütten elde ettiler
ve bunun riboflavin olduğunu öne sürdüler. Molekül yapısı bir şeker olan rıbose benzediği için ribo eki,
sarı kristal olduğundan flavin (flavuas= sarı) eki alınarak B2 vitaminine riboflavin denildi. 1935 yılında
yine aynı araştırmacılar tarafından sentez edildi.
Özellikleri: Yeşil floresans gösteren sarı boyar maddedir. Kristal yapıya sâhiptir. 282°C’de bozunarak
erir. Suda çözünür, fakat yağda çözünmez. Hafif kokusu acı bir tadı vardır. Suda çözündüğü için
hayvânî ve nebâtî gıdâlardan kolayca çekilebilir. Sulu çözeltilerinde uzun süre ısıtmaya bile
dayanıklıdır. Işığa karşı hassastır. Işıkta kalan sütte B2 vitamini azalır.
B2 vitamini eksikliği: Hayvanlarda riboflavin eksikliğinin en göze çarpan sonucu büyümenin
durmasıdır. Bunun yanında dermatit, konjonktivit, saç dökülmesi ve üreme gücünde azalma görülür.
İnsanlarda yalnız başına B2 vitamini eksikliğini görmek oldukça zor olduğundan eksikliğin insana neler
getirdiği söylenemiyor. 1949 yılında insanlar üzerinde yapılan deneyler, B2 vitamini eksikliğinin ağız
köşelerinde stomatit hâli, burun-dudak oluğunda kepeklenme, seborreik dermatit, skrotumda deri
zedelenmeleri ve gözde korneaya doğru kılcal damarların yürümeleri gibi vak’aların olduğunu gösterdi.
B2 vitamini eksikliğinin sebepleri, az miktarda alınma, sindirim bozukluğu, ateş, hipertiroidi, gebelik ve
emzirme olabilir. B2 eksikliği aşırı miktarda ise beriberi belirtileri ortaya çıkar. B2 vitamini eksikliği
sonucu gözlerde kaşıntı ve yanma, dudak köşelerinde yanma hissi ve deride kepeklenme şeklinde
kendini gösterir. B2 vitamini verilince bunlar düzelir. İçki içenlerde B2 vitamini eksikliğine çok sık
rastlanır. Fazla alınması, idrar yoluyla atıldığından zarar vermemektedir.
Sindirimi: Barsaklarda sindirilen B2 vitamini organizmada fosfat asidiyle esterleşmiş olarak bulunur.
Yine adenil asidiyle birleşmiş olarak bulunan B2 vitamini böyle sarı enzimlerin koenzimlerini meydana
getirir.
Yukarıda bahsedilen hafif hastalıklar için günde üç defâ 5 mg riboflavin ağız yoluyla verilir. Beriberi ve
pellegra hastalıklarının tedâvisi esnâsında B2 vitamini de verilir.
B2 vitamini kaynakları ve günlük ihtiyaç: Dünyâ Sağlık Teşkilâtına göre günlük alınan 1000 kalori
başına 0,55 mg B2 vitamini yeterlidir. Günlük ihtiyaç 1 mg civarındadır. Daha çok alınması gerektiğini
ileri sürenler de vardır. B2 vitamini tabiatta çok dağılmış vaziyette bulunur. Hayvan ve bitkilerde vardır.
100 gram hesâbıyla, bira mayasında 1,3-4,0, malt hulâsasında 3,0-4,0, karaciğer-böbrekte 2,0-3,0,
buğday kepeği 0,5, buğday 0,1-0,2, mısır 0,15, yulaf 0,15, buğday unu (70 randıman) 0,03, yeşil
sebzede 0,1, patateste 0,05, ette 0,1-0,3, balıkta 0,2-0,4, yumurtada 0,3-0,5 mg B2 vitamini
bulunmaktadır.

B6 Vitamini (Piridoksin-Adermin)


B6 Vitamini (Piridoksin-Adermin): 1936 yılında keşfedildi ve hemen sentezi de gerçekleştirildi.
Özellikleri: Pridoksin, piridoksal ve piridoksamin maddelerinin herbiri bir B6 vitaminidir. Bu üç madde
vücutta birbirine dönüşebilir ve biyolojik olarak birbirine eşdeğerdirler. Piridoksin, 1938 yılında Kuhn
tarafından mayada bulunmuş ve sentez edilmiştir. Piridoksinin sentetik paraparatları hidroklorür
bileşiği hâlindedir. Bu bileşik beyaz, kokusuz, billûri ve tuzlumsu tadı olan bir maddedir. 204-208°C’de
bozunarak erir. Suda kolay, alkolde güç çözünür. Eterde çözünmez. Isıya ve bazlara dayanıklıdır. Sulu
çözeltisi ışığa karşı hassastır ve ışıkta bozunur. Yemeklerin pişirilmesi esnâsında harap olmaz ise de
kızartmada bozunur. Piyasada satılan piridoksin hidroklorürdür.
Eksikliği: Maymunda, köpekte, sıçanda ve domuzda özel besleme ile B6 vitamini eksikliği meydana
getirildiğinde her birinin bu eksikliğe verdiği cevap farklı olmuştur. Maymunlarda ateroskleroz’a
(atardamarının iç kısmının kireçlenmesi), köpeklerde sara nöbetlerine, sıçanlarda deri hastalıklarına ve
domuzlarda mikrositer anemiye (kan alyuvarlarında çap ufalmasına) sebep olmaktadır. İnsanlarda
eksikliği pek yaygın değildir. Ancak, INH (tüberküloz ilâcı), hidralazin (tansiyon düşürücü) penisilamin
(Bâzı siroz cinslerinin ilâcı) ve östrojenler (kadın cinsiyet hormonu) gibi ilâçlar B6 vitaminini yok edici
özelliğe sâhip olduğundan, bu ilâçları alanlarda B6 vitamini eksikliği görülür. Bunun sonucu olarak
periferik nevritler (bir nevi sinir hastalığı) ortaya çıkar. Ağız yoluyla alınan gebelikten korunma hapları
(östrojen) sinir sistemini bozuyor ki bunun sebebi B6 vitaminini bu ilâcın yok etmesindendir. İnsanlarda
B6 vitamini eksikliğinin nelere sebep olduğu hâlen kat’i olarak bilinmediği halde B6 vitamini birçok
hastalıkların tedavisine sebep olmaktadır.
Sindirimi: B6 vitamini en çok jejunumdan (onikiparmak barsağından sonra gelen ince barsak bölümü)
emilir. Deriden dahi emilir. Barsak bakterileri tarafından sentez edilip edilmediği belli değildir. Vücutta
piridoksal fosfat şeklinde bâzı transaminaz ve dekarbaksilazların koenzimi olarak bulunur. Vücuttaki bu
aktif hali kısaca PLF şeklinde gösterilir ki 60 kadar enzimin işlemesine sebep olur. Bu enzimlerin çoğu
protein metabolizması ile ilgilidir.
B6 vitaminini yok edici özelliklerdeki ilâçları kullananlara günde 3 defâ 10 mg B6 vitamini vermek
lâzımdır. Konvülsiyon nöbetlerinde günde 2 mg verilir. Demir eksik olmadığı halde hipokrom
sideroblastik anemiye yakalanan büyüklere yüksek dozda B6 vitamini verilirse bu hastalık tedâvi
olabilmektedir. Bâzan bulantı ve kusmaya iyi gelmektedir. Parkinson hastalarının kullandığı
Levodopanın meydana getirdiği distoniye, hidrazin zehirlenmelerine B6 vitamini iyi gelmektedir. Bâzı
gebelik diabetlerinin, B6 vitamini vermekle düzeldiği bildirilmiştir.
Günlük ihtiyaç ve kaynakları: Büyüklerde günlük ihtiyaç 2-3 mg, bebeklerde ise 0,3 mg kadardır. Sırf
anne sütünden 0,1 mg sağlanabilir. Onun için bebeklere ilâve olarak vermekte fayda vardır. Gebelikte
ihtiyaç artar ve en az 4 mg gereklidir. Bitkilerde ve hayvanlarda yaygın olarak bulunur. Karaciğer, fıstık
ve tahıllar zengin kaynaklardır. Bitkisel ve hayvansal yağlarda, mısır ununda, şekerde ve alkollü
içkilerde bulunmaz. 100 gram hesabıyla bâzı gıdâlarda bulunan B6 vitamini: Dana karaciğerinde 840,
dana böbreğinde 360, dana etinde 140-160, koyun etinde 270, balıklarda 200-400, piliçlerde 300-600,
yumurtada 110, beyaz peynirde, kaşar peynirinde 38, beyaz ekmekte 40, siyah ekmekte 180, pirinçte
170, bulgurda 244, sebze ve meyvelerde 30-500, kavrulmuş fıstıkta 400 mikrogramdır.
Pantotenik asit: B grubu vitaminlerinden biridir. Tabiatta çok yaygın olarak bulunur.

B12 Vitamini


B12 Vitamini: Permisiöz hastalığının tedâvisinde tıp 1926 yılına kadar âciz kalmıştı. Bu yılda, Minot ve
Murphy bu hastalığın tedâvisinde karaciğerin kullanılabileceğini gösterdiler. Daha sonra Casttle, etin
mîde suyu ile birlikte yedirilmesinin bu hastalığı daha çok düzeltebileceğini gösterdi. Sonra karaciğer
ekstralarının şırıngası ile daha iyi sonuç alındı. Bunun üzerine etkili madde araştırması hızlandı ve
1948 de B12 denilen vitamin izole edildi. 20 mg renkli kristal B12 vitamini elde etmek için bir ton tâze
karaciğer kullanıldı. Bu bileşik % 4 nispetinde kobalt mâdeni ihtivâ etmekteydi. Onun için bu maddeye
siyanokobaltamin adı verildi. 1955’te molekül yapısı aydınlatıldı.
Özellikleri: B12 vitamini 300°C’de eriyen kırmızı billurdur. Saf madde nötr çözeltide ısıya dayanıklıdır.
Alkali ve asidik çözeltilerde ısıya dayanıklı değildir. Saf olmayan B12 vitamini ısıya daha dayanıklıdır.
Billuru % 12 su ihtivâ eder ve 25°C’de % 1,25 çözünürler.
Eksikliği: Az alımına bağlı eksiklik pek seyrek gibidir. Hayvânî gıdâ almayan Vejetaryen ve Hintlilerde
görülmüştür. B12 vitamininin eksikliği sonucu Pernisioz anemi denilen hastalık belirir. B12 vitamini
eksikliği beslenmeden dolayı olabileceği gibi, bu vitaminin sindirimine yardımcı olan glikoprotein
tabiatındaki bir vâsıtanın eksikliğinden de olabilir. Çeşitli barsak hastalıkları da B12 vitamininin
emilmesine mâni olmaktadır. Bâzı ilâçlar ve bilhassa alkollü içkiler (bira, şarap, rakı vs.) B12 vitamininin
sindirilmesine mâni olur. B12 vitamini eksikliği, kansızlığa ve buna bağlı olarak sinir sistemi
bozukluğuna sebep olmaktadır. Eritrositlerin yaşama müddeti 120 günün altına düşmektedir. Renk
iyice solar, dil kırmızı olur ve papillaları silinmiş ve bâzan ağrılıdır. Sinir sisteminde değişiklik olur.
Sindirimi: İleum (ince barsakların son bölümü) un distal (aşağı) kısımlarından emilir. Emilmenin
olabilmesi için mîdede salgılanan glikoprotein lâzımdır. Pernisiöz anemide B12 vitamini sindirimi
ortadan kalktığı için birkaç mg gibi yüksek dozlar vermek gerekir. B12 vitamini vücutta bütün hücreler
için gereklidir. Hücrenin bu vitamine olan ihtiyacı, hücrenin çoğalma hızı ile orantılıdır. Mesela mîde
barsak kanalının sık sık yenilenen hücreleri B12 vitaminine çok muhtaçtır. Bâzı sinir lifleri çok
yenilendiği için bunların da B12 vitaminine ihtiyaçları vardır. Sinir liflerinde miyelinin yapılması,
korunması ve DNA, yâni gen yapımı için de B12 vitamini gereklidir.
B12 vitamini pernisiöz kansızlık tedâvisinde kullanılır. Başlangıçta haftada iki defâ 1 mg şırınga edilir.
Kansızlık düzeldikten sonra 6 haftada bir 1 mg şırınga etmek kâfidir. Bu tedâvi ömür boyu devam
etmelidir. Gıdâî veya sindirim sistemi bozukluğuna dayalı eksikliklerde, B12 vitaminini haftada iki defâ 1
mg şırınga etmek kâfidir. Alkoliklerde B12 vitaminini diğer vitaminlerle birlikte vermek ve en önemlisi
her çeşit alkollü içki almasına mâni olmak gerekir. Aşırı tütün içenlerin aldığı fazla siyanürü yok etmek
için de B12 vitamini kullanılır.
Günlük ihtiyaç ve kaynakları: Günlük B12 vitamininin 3 mikrogram alınması tavsiye edilmektedir. İyi
bir beslenme ile günde 3 ilâ 35 mikrogram B12 vitamini almak mümkündür. Bitkisel besinlerde
bulunmaz. İnsanın kalın barsağındaki bakteriler tarafından B12 vitamini meydana getirilir. Lâkin burada
B12 vitamininin emilmemesi gerekir. Fakat tamamen bitki menşeli gıdâlarla beslenen Veceteryanlarda
B12 vitamini eksikliğinin görülmemesi ise ilgi çekici bir olaydır. En bol, karaciğer, böbrek, yürek, et,
balık ve yumurtada bulunur. Besinlerde hidroksikobalamin, metilkobalamin ve adenozil-kobalamin
şeklinde bulunabilir. Bunlar barsakta birbirlerine dönebilir ve hepsinin biyolojik değeri aynıdır.

Folik asit (Folat-polisin)


Folik asit (Folat-polisin): B grubundan bir vitamindir. Yeşil yapraklarda yaygın olarak bulunduğundan
bu ad verilmiştir. Çünkü Lâtincede folum yaprak mânâsındadır. Mitchell ve arkadaşları bu vitamini
1941 yılında ıspanak yapraklarında keşfettiler.
Özellikleri: Kimyâca adı pteroil glutamik asit (PGA)tır. Bc faktörü de denir. Bu madde suda mızrak
şeklinde kristallenen portakal sarısı renginde bir katıdır Isıtılmakla erimez, fakat 250°C’de
esmerleşerek bozunur. Serbest asit hâlinde az, fakat sodyum tuzu hâlinde suda çok çözünür. Bazik ve
nötr çözeltilerinde ısıya pek dayanıklı değildir.
Eksikliği: Eksikliği sonucu megaloblastik kansızlık meydana getirir. Tropikal bölgelerde çok rastlanır.
Bu eksikliğin başlıca sebebi protein-kalori eksikliğine dayanmaktadır. Normal beslenen insanlarda
ancak sindirim bozukluğunda ve gebelikte görülebilir. Sarada kullanılan ilâçlar verilirken de bu
vitaminin verilmesi gerekir. Bâzı antibiyotikler (Meselâ Trimetoprim + Sulfamid kombinonyonları) bu
vitamini yok edebilmektedir. Bira, şarap, rakı vs. içen kimselerde bu vitamin eksikliği oldukça sık
görülmektedir.
Sindirimi: Bu vitamin, ince barsak epitelinde bulunan bir karbonksipeptidaz enziminin yardımıyla,
besinlerde bulunan poliglutamil şeklindeki folatlar parçalanarak serbest folat şeklinde ince barsakların
üst kısımlarından emilir. Bu arada bâzı değişikliğe uğrayarak kanda metil tetrahidrofolat şeklinde
bulunur. Karaciğerde de bu şekilde depo edilir. Bu depo 5 mg kadardır. Barsakta da ayrıca bir miktar
üretilir. Bir karbon atomlu köklerin, moleküller arasındaki geçişlerinde önemli rol oynar. Bâzı amino
asitlerden aldığı köklerin pürin ve pirimidin sentezinde kullanılır. DNA’nın sentezinde vazife alır. Bu
vazifeyi yapabilmesi için bu vitaminin 5,10- metiltetrahidrofolat hâlinde olması gerekir. Bu geçiş ise B12
yokluğunda mümkün olmaz. Buna göre megaloblastik kansızlığa, B12’nin, dolaylı olarak tesiri vardır.
Folik asit, megaloblastik kansızlığın tedâvisinde günde 5-10 mg vererek kullanılır. Tedâviye demir de
katmak gereklidir. Çocuklara koruyucu olarak 0,5 mg bu vitaminden verenler vardır. Keçi sütü bu
vitamin bakımından fakirdir. Bu sütle beslenen çocuklara bu vitamin de ilâve edilmelidir. Sara
hastalarına bu vitaminin B12 ile birlikte gerektiği zaman verilmesi uygun olur.
Günlük ihtiyaç ve kaynakları: Bu vitaminden günlük olarak serbest folat üzerinden 200, toplam folat
üzerinden ise 300 mikrograma ihtiyaç vardır. Günde 100 mikrogram olanlarda bile eksiklik
görülmemektedir. Gebelikte ihtiyaç % 50 kadar artar. Bu vitamin nebâtî ve hayvânî gıdâların bir
çoğunda bulunur.

Biotin (H vitamini)


Biotin (H vitamini): B vitaminleri grubu ile alâkası olan bu vitamin çiğ yumurta akının fazla yenmesi
sonucu meydana gelen bâzı cilt hastalıklarının tedâvisine sebep olabilmektedir. Çünkü yumurta
akındaki avidin maddesi biotini bağlamakta ve böylece deri hastalığına sebep olmaktadır. Bu vitamine
deri mânâsına gelen Haut kelimesinden H vitamini denmiştir. 1943’te sentez edilmiştir.
Özellikleri: Maya hücresinin ve bâzı diğer mikroorganizmaların normal üremesi için gerekli sebepler
bios adı altında toplanmıştır.
Görüldüğü gibi H vitamini de bu gruptandır. Kimyâca adı 2-keto-3,4 -imidazolin-2 tetrahidrotiyofen-nvalerik
asittir. Saf H vitamini 230-232°C’de erir. Renksiz iğne billurlar hâlindedir. Suda ve alkolde az
çözünür, eter ve asetonda çözünmez Asit olduğu için alkalilerde iyi çözünür. Isıya dayanıklı fakat hava
oksijenine ve ışığa karşı hassastır.
Eksikliği: Tabiatta yaygın olan bu vitaminin çok az miktarda eksikliği bile etkisini gösterir. Memelilerin
barsaklarında bu vitamin üretildiğinden eksikliğine pek rastlanmaz. Bütün vitaminler tam olduğu halde
dahi, bu vitaminin eksikliği yorgunluk, iştahsızlık, depresyon, nöropati, kansızlık, deride pullanmaya
sebep olmaktadır. Genel olarak büyüklerde bu vitamin eksikliğine pek az rastlanır. Bunlar da yumurta
akı ve kırmızı şarap içenlerdir. Anne sütü ile beslenen bebeklerde bu vitamin eksikliğine bağlı olarak
kepeklenme görülür. Bebeklerde Leiner hastalığı bâzan biotin tedâvisine cevap vermektedir.
Barsak çeperinden emilen bu vitamin eğer avidin ile bileşik hâline geçerse barsaktan emilmeden dışarı
atılır. Emilen bu vitamin vücutta önemli biyokimyâsal olaylara katılır. Karbondioksidin organik
maddelere katılmasını ve bu maddelerden alınmasını sağlar. Çeşitli reaksiyonlardan sonra meydana
getirdiği maddeler vâsıtasıyla yağ asitlerinin ve proteinin metabolizmasında önemli rol oynar.
Biotin tabiatta çok dağılmış, maya ve birçok hayvan ürünlerinde suda çözünmeyen bileşik hâlinde
bulunur. Yeşil sebze ve bitkilerde serbest, yâni suda çözünebilir haldedir.

C Vitamini (Askorbik asit)


C Vitamini (Askorbik asit): 1500 yıllarından sonra uzun seferlere çıkan Avrupalı denizcilerde skorbüt
hastalığı görülmüş ve bu yüzden çoğu ölmüştür. Bilgisizce beslenmeden ileri gelen bu hastalığın
tedâvisini Avrupalılar 1753 yılında yapabildiler.
J.Kind Lind, skorbütlü 12 hastayı gruplara ayırarak her bir grubu çeşitli gıdâlarla besledi. Limon ve
portakal suyu verdiği hastaların hızla iyileştiğini gördü. Bundan sonra uzun seferlere çıkan denizciler
uğradıkları limanlardan yeşil sebze ve limon ve meyveler alarak yollarına devam ettiler ve bunun
sonucu olarak da skorbüte rastlanmadı. On dokuzuncu asırda, hızlı sanâyileşme ve ekonomik
dengesizlik ve bunun sonucu olarak sefâlet Avrupa’da yine skorbüt hastalığının ortaya çıkmasına
sebep oldu. Çünkü beslenme zayıflamıştı. Bunun üzerine tekrar deneyler ve araştırmalar başladı.
Holst ve Frönchlich 1907’de tesâdüf eseri deney hayvanı olarak kobay seçtiler. Eğer başka bir hayvan
seçselerdi sonuca varamazlardı. Çünkü kobay da insan gibi C vitaminini kendisi sentez edemeyen
mahlûklardandı. Bu araştırmacılar bâzı denemelerde kobaylarda skorbüte benzer hastalık meydana
getirebildiler. 1932 yılında ABD’den Glen King skorbüte sebep olan C vitamini denen faktörün askorbik
asit olduğunu buldu. Askorbik asitse limondan ve böbrek üstü kapsüllerinden 1928 yılında elde
edilmişti. Fakat elde eden bunun C vitamini olduğunu düşünememişti.
Özellikleri: Kapalı formülü C6H8O6 olup, molekül ağırlığı 176’dır. 190-192°C’de bozunarak erir. Tadı
limon gibi ekşidir. Optikçe aktif olup, suda spesifik çevirmesi (μ)D20= 23°dir. Alkolde ve suda çözünür.
Yağda ve birçok organik çözücüde çözünmez. Endiol grubuna sâhip olduğu için kuvvetli indirgendir.
Kolayca yükseltgenebilir ve bunun sonucu teşekkül eden dehidroaskorbik asit gene kolayca
indirgenebilir. Bundan dolayıdır ki dehidroaskorbik asit (C6H6O6) de C vitamini vazifesini görür. Kuru
halde oldukça dayanıklı, ışıkta yavaş yavaş esmerleşir. Asitli çözeltileri dayanıklıdır. Oksijensiz
ortamda ısıya dayanıklıdır. Eser miktardaki bakır ve gümüş çabuk parçalanmasına sebep olur. Pişirilen
besinlerde C vitamini azalır. Zedelenerek kesilen meyvelerdeki C vitamini hemen bozulmaya başlar.
Teneke kutularda saklanan, meyve sularındaki C vitamini, plastik şişelere nispetle çok daha iyi
korunmaktadır.
Eksikliği: İnsan, kobay ve maymun dışındaki hayvan ve bitkiler C vitaminini kendileri sentez eder. Bu
yüzden, insanların bu vitamini dışardan almaları gerekir. Kandaki C vitamini miktarı 0,1 mg/dl olduğu
zaman skorbüt denilen hastalık meydana gelir Az eksikliğinde skorbüt ortaya çıkmadan önce halsizlik,
kemik ağrıları, enfeksiyonlara eğilim ve gözden geçen belirtileri olabilir. Skorbüt başladığı zaman
deride peteşi ve eskimoz tarzında kanamalar, diş etlerinde şişme ve kanamalar, idrar ve mîde barsak
kanalında kanamalar meydana gelir. Deri kaba ve kuru bir hal alır. Kemik büyümesi durur ve kemik
mineralini kaybeder. Çocuklarda C vitamini eksikliğinde dişlerde dentin hâsıl olmadığı için dentin
gözenekli sünger gibi bir hal alır ve dişler dökülür. Demir emilmesi bozulduğundan kansızlığa sebep
olur. Ateş olabilir ve iltihaplanmaya meyil artar ve yaralar iyileşmez. İyi beslenen annenin sütünde
yeteri kadar C vitamini olur. Fakat süt ve mama ile beslenen çocuklarda C vitamini eksikliği görülebilir.
Bunun sonucu bebek skorbütü gelişebilir. Skorbüt öldürücü bir hastalıktır.
Sindirimi: İnce barsaktan kolaylıkla emilir. Günde 75 mg C vitamini verilen kimselerin kanında 1 mg/dl
C vitamini bulunmuştur. C vitamini organizmada başta böbrek üstü bezleri olmak üzere birçok doku ve
organlarda yoğun olarak bulunur. Beyin, dalak, pankreas, böbrek, karaciğer, kalp kasları ve göz
merceği C vitaminince zengindir.
Karaciğer C vitamini depo eder. C vitamini idrarla atılır. Eğer kandaki seviyesi 1,4 mg/dl civârında
olursa, idrarda bulunan C vitamini böbrek tarafından emilir. C vitamini güçlü bir indirgeyicidir.
Canlılardaki önemli rolü de bu özelliğinden gelmektedir. Koenzim görevi almaz. Destek dokusunun
esas maddesi olan kollagen proteinin meydana gelişinde lâzım olan hidroksiprolin’in prolinden
yapılabilmesi için C vitamini gereklidir. Burada C vitamini elektron nakil vazifesini yüklenmektedir.
Trizoni amino asidin metabolizmasında gereklidir. Böbreküstü bezlerinde steroid hormonların
üretilmesinde ve salınmasında C vitamini bol miktarda tüketilir. Bu hormon üzüntü ve sıkıntılarda çok
salgılandığından bu sırada C vitamini çok lâzımdır. C vitamini barsak kanalında üç değerlikli demiri, iki
değerlikli hâle indirgeyerek kana demir geçmesini kolaylaştırır. Besinlerde folik asidin dayanıklılığını
arttırır. E vitamininin, antioksidan vazifesini yapmasında, yardımcı olur. Antioksidan özelliğe sâhip olan
C vitamininin, nitritlerin sebep olduğu kanseri önlediği bildirilmiştir.
C vitamini skorbüt hastalığında âcil bir tedâvidir. Yalnız yaşayanlarda, bebeğiyle ilgilenmeyen âilelerin
bebeklerinde, bira, şarap gibi alkollü içkileri kullananlarda görülen bu hastalık memleketimizde
görülmemektedir.
Bebeklere ikinci haftanın sonunda günde bir çay kaşığı portakal suyu vermek iyi olur. Bu günlük miktar
her hafta bir çay kaşığı arttırılır. Skorbüt için günde 4 defâ 250 mg C vitaminini ağızdan bir hafta
vermek yeterlidir. Çocuk skorbütleri için günde 150-200 mg C vitamini yeterlidir. İyileşmeyen yaralar ve
ameliyat sonrası birkaç gün C vitamini vermek gerekir. Ülser tedâvisinde kullanılan H2 Reseptör
Antagonish denilen Cimetidin, Ranitidin, Famotidin gibi ilâçlar uzun süre kullanılırsa, mîde
salgılamasını durdurduğundan mîdede kanser yapan nitritlerin belirme ihtimâli vardır. Bu açıdan bu
hastaların antioksidan olarak C vitamini almaları gerekir. Soğuk algınlığı, grip ve anjin gibi
hastalıklarda günde bir gram C vitamini tavsiye edilmektedir. Fakat bunun nasıl bir etkisinin olduğu
kat’i olarak bilinmemektedir. İlim adamlarının genel kanaati, nezle, grip ve anjin salgınında, önceden
alınan C vitamininin, vücûdun bunlara karşı dirençli olmasına sebep olduğu yönündedir. Bu maksatla
günde 500-1000 mg C vitamini verilebilir. Yalnız C vitamini alımını birden kesmemek gerekir. Bâzı
araştırmacılar tarafından, Streptokokun sebep olduğu akut eklem romatizmasının C vitaminiyle belli
ölçülerde önlendiği ileri sürülmektedir. Fazlaca alınan C vitamininin ateroskleroza ve iskemik kalp
hastalığına karşı koruyucu etkisinin olduğunu gösteren bâzı çalışmalar vardır. C vitamininin kanserden
koruması günümüzün münâkaşa konusudur. A, E ve C vitaminlerinin kanserden koruduğuna dâir
oldukça çok sayıda yayınlar yapılmaktadır. Kanser yapıcı nitritlere karşı C vitamininin hayvanı
koruduğu tecrübelerle ortaya konmuştur. İnsanda, bilhassa meme kanserinde tedâvi maksadıyla
kullanıldığında iyi sonuçlar alındığı ileri sürülmektedir. Yüksek dozdaki C vitamininin kansere iyi geldiği
tam ispatlanamamış durumdadır. C vitamini eksikliği îtiyâdi düşüklüğe sebep oluyorsa C vitamini
vermek gerekir. Mani-depresyon hastalarına yüksek dozdaki C vitamininin faydalı olduğu
savunulmuştur. Tedâvi maksadıyla uzun süre ve çok miktarda C vitamini alınması böbrekte kalsiyum
oksalatın çökmesine, yâni kalsiyum oksalat terkipli böbrek kum ve taşlarının teşekkülüne yol açabilir.
Günlük ihtiyaç ve kaynakları: Birleşmiş Milletler FAO ve WHO teşkilâtlarının ortak komisyonunun
günlük miktar olarak tavsiyeleri şöyledir:
12 yaşının altında ................................ 20 mg
13 yaş ve daha büyükler ...................... 30 mg
Hâmile kadınlar .................................... 50 mg
Emziren kadınlar .................................. 50 mg
Bütün tâze meyve ve suları (özellikle limon, greyfrut, portakal, mandalina, kuşburnu) C vitaminince en
zengin kaynaklardır. İçlerindeki C vitamini miktarı, yetiştiği yere göre hattâ ağaçtan ağaca
değişmektedir. Yeşil yapraklı sebzeler de oldukça iyi kaynaklardır. Pişirilirken önemli miktarda
kaybolur. Bu yüzden tâze ve çiğ olarak yenilenlerden istifade etmek daha kolaydır (maydanoz, tâze ve
kuru soğan, marul gibi). Pişirilecek tâze sebzeler, iyice kaynatılarak oksijenini kaybetmiş suya birden
atılarak haşlanırsa C vitamininin % 50’si korunabilir. Beklemiş sebze ve meyveler C vitaminlerini
önemli ölçüde kaybetmiş olur. Gıdâların kesilen yüzeyleri hava ile temas ettikçe C vitaminini
kaybederler. Sebzeleri doğradıktan sonra yıkamak C vitamini kaybına sebep olur.

Gebelikte beslenme

Gebelikte beslenme: Gebelikte beslenme, doğacak çocuğun sıhhati bakımından önemlidir. Her şeyden önce, beslenmenin her çeşit besini ye...